Üsküp, her bakımdan Türk ve Müslüman bir şehirdi. Yahya Kemal’in ifadesiyle, minarelerinde ezanlar okunurken bütün şehirde ve evlerde ruhani bir sessizlik gezinir ve Nakiye Hanım’ın dudakları, bütün mütedeyyin insanlarda olduğu gibi İsmi Celâl’le kımıldanırdı. “Bin üç yüz sene evvel” diyor Yahya Kemal, “Hazreti Muhammed’in Bilâli Habeşî’den dinlediği ezan, asırlar sonra bizim semâmızda hem dinî, hem de millî bir musiki olmuştu. O anda semamızın mağfiret âleminden gelmiş ledünnî bir sesle dolduğunu hissederdim.”
Üsküp’ün manevi atmosferinde rüya gibi bir çocukluk yaşayan Yahya Kemal’i ömrü boyunca terk etmeyen bu ezan sesleri, Paris’te, imansızlık devirlerinde bile kulaklarında sık sık çınlayacaktır. Yıllar sonra “Ezansız Semtler” başlıklı yazısında, artık alafranga semtlerde yetişen Türk çocuklarının bu güzel rüyayı göremediklerini üzülerek anlatan Yahya Kemal, gerçekte bizi ayakta tutan şeyin bu rüya olduğunu düşüncesindedir. Kendisi bu güzel rüyayı aile fertlerinden çoğu Müslümanlığın gereklerini yerine getirmede pek de hassas davranmadıkları hâlde bütün incelikleriyle yaşamıştır. Hatıralarında, annesi Nakiye Hanım’ın çok dindar ve beş vakit namaz kılan bir kadın olduğunu yazan3 Yahya Kemal, doğduktan hemen sonra kulaklarına ezan okunan talihli Türk çocuklarından biriydi. Odalarda namaza durmuş insanlar gördü, Kur’an dinledi, bir rafta duran Kitabullah’ı indirip küçücük elleriyle açtı, gülyağı gibi ruh olan sayfalarını kokladı, ilk ders olarak besmeleyi öğrendi, kandil günlerinin kandilleri yanarken, Ramazanların, bayramların topları atılırken sevindi. Bayram namazlarına büyükleriyle beraber gitti, tekbirleri dinledi ve âmin alaylarıyla mektebe başladı, Türk oldu.
Bu çocuk, Frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkmak zor geldiği için uzun yıllar bayram namazlarına bile gidemeyecek, bir gün, kalkamamak korkusuyla sabaha kadar uyumayarak gittiği bayram namazından sonra çocukluğunun bu mutlu zamanlarını hasretle hatırlayacaktır.
Yahya Kemal, Jön Türklük sevdasına kapılıp bütün inançlarından soyunmuş bir genç olarak gittiği Paris’ten “tarih içinde Türklüğü” ve bu Türklüğün tekevvününde İslam’ın önemini keşfetmiş bir aydın olarak dönerse de, dokuz yıl boyunca, Ahmed Haşim’in “Müslüman Saati” dediği iç hayatın tamamen dışında yaşadığı için çok farklı alışkanlıklar edinmiştir; bu yüzden memleketinin insanları gibi yaşaması artık imkânsızdır. Ancak lezzetli çocukluk hatıralarında kalan yerli hayat şekilleriyle yeniden karşılaşmak onda bir çeşit şok etkisi yaratır. Bir dost evinde dinlediği Tanburi Cemil Bey, Yakup Kadri’yle birlikte gittiği Bektaşi tekkesi, İstanbul içinde dostlarıyla veya tek başına yaptığı gezintilerde yaşadıkları... “Dayanılmaz bir acı” yaratan ve derin bir iç hesaplaşmasına yol açan bu şoklar, onda zaman zaman içinden çıktığı toplumun hayatına katılma arzusu uyandırmıştır. Bu arzusunu “Türk milletinin ruhu bir rayiha gibi uçtu mu? Hayır, büyük kütlede o ruh var; fakat son nesil bir sürü gibi büyük kütleden uzaklaştık, kaybolduk, fakat daha uzağa gitmeyeceğiz, döneceğiz” cümleleriyle çok açık bir şekilde ifade eden Yahya Kemal, “Koca Mustâpaşa” şiirinde de, mensup olduğu neslin yabancılaşmışlığından şöyle söz eder:
Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan.
Bahseder gerçi duyanlar bir onulmaz yaradan;
Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;
Budur âlemde hudutsuz ve hazin öksüzlük.
Sızlatır bazı saatler dayanılmaz bir acı,
Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.
“Ezansız Semtler” yazısında, Büyükada’da otururken bir bayramda bayram namazına gitmeye niyetlendiğini, fakat sabah uyanamamak korkusuyla o gece hiç uyumadığını anlatır. Çünkü alıştığı “Frenk hayatı”nın gecesinde sabah namazına kalkmak zor, hatta imkânsızdır. Nihayet vakit gelince abdest alıp camiye gider. Kapıdan girer girmez bütün gözler ona çevrilir; alafranga nesilden birini yani bir “yabancı”yı camide görmek cemaati hem şaşırtmış, hem de mutlu etmiştir. İçi birden hüzünle dolan şair, bu hadiseyi anlattığı yazısında, yavaş yavaş ilerleyip iki hamalın arasına oturduğunu belirttikten sonra şöyle devam ediyor: “Muhammed sesi kulağıma geldiği vakit gözlerim yaşla doldu. Onlarla kendimi yekdil, yekvücut olarak gördüm. O sabah, o Müslümanlığa az âşina Büyükada’nın o küçücük camii içinde, şafakta aynı milletin ruhlu bir cemaati idik.”
Asıl hüzünlendirici olan, camiden çıkarken âyandan Reşid Âkif Paşa’nın Yahya Kemal’in elini tutup bayramlaşmayı bile unutarak duygularını ifade etmek maksadıyla söyledikleridir: “Bu bayram namazında iki defa mes’udum; hamdolsun, sizlerden biri kendi başına camiye gelmiş gördüm! Berhudâr ol oğlum, gözlerimi kapamadan evvel bunu görmek beni müteselli etti!”
Böylece yıllar sonra bir caminin içine giren Yahya Kemal, Mütareke’nin acılı günlerinde bu ihtiyacı daha fazla hissetmiş olmalıdır. 1921 yılı Ramazan’ının başlaması münasebetiyle yazdığı “Kandiller Yanarken Hasbıhal” (İleri, sayı 1179, 10 Mayıs 1921) başlıklı yazısında mahyalar ve minare şerefelerinde yakılan kandillerin “Türk İstanbul”un ve Türk tarzı Müslümanlığın en güzel ifadelerinden biri olduğunu söyler ve bir hatırasını anlatır: Mütareke’nin ilk Ramazan’ında Türkleri seven, Rumları da yakından tanıyan bir yabancıyla, bir gece, Moda’da oturmuş, İstanbul’u seyretmektedirler. Yabancı, mahyaları ve minarelerin şerefelerindeki kandilleriyle büyülü bir güzelliğe bürünen İstanbul’a uzun uzun baktıktan sonra şöyle der: “Bu şehir Türk’tür, Türk olmasa insaniyet güzelliğinden bir âlem kaybeder!” Yunanlıların İstanbul’u dünyaya bir Yunan şehri olarak göstermek için her türlü yola başvurdukları acılı günlerdir. Yabancı dost, İstanbul’u büyük bir hayranlıkla bir süre daha seyrettikten sonra sözlerine şöyle devam eder: “Rumlar bir senedir bu şehri bize Yunanlı göstermek için ne çarelere başvurmadılar, kendi evlerinden sonra Beyoğlu’nda Türk emlâkini de mavibeyaza gark ettiler, siz ses çıkarmadınız, lâkin bu akşam ne sizin ne de hükümetinizin tertibi eseri olarak minareler kendiliğinden öyle bir nümayiş yaptılar ki bu şehrin milliyetini tamamiyle gösterir!”
Yahya Kemal, “Saatler ve Manzaralar” başlıklı yazısında da, 1922 Ramazan’ının birinci günü, ikindiden sonra içinden gelen bir istekle Ayasofya Camii’ne giderek biri minberde, diğerleri sütun diplerinde vaaz eden dört vâizi dinlediğini ve derin bir hayal kırıklığına uğradığını anlatır. Fakat o gün mihrabın sağ tarafında, kuytu bir köşede diz çökmüş oturan neferin dua edişi dikkatini çekmiştir; ellerini kavuşturup gözlerini kapamış, vecd içinde Allah’a yakaran nefer uzunca bir istiğraktan sonra gözyaşlarını göstermemek için elleriyle yüzünü kapar, dizleri üstüne düşüp bir süre öylece kalır. Neferin bu hâlinde, vaizlerin kuru sözleriyle mukayese edilemeyecek derecede üstün bir belâgat gören Yahya Kemal, cümle kapısına doğru ilerlerken, bir sütunun karanlığında vecdle dua eden başka bir nefer görmüş ve Ayasofya’yı zihninden bir daha silinmeyecek “camideki nefer” imajıyla birlikte terk etmiştir. Bu imaj yıllar sonra, “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiirinde belirecektir. Bu şiirde “Ta Malazgird ovasından yürüyen Türkoğlu” mısraıyla özetlediği “tekevvün” fikrini tamamlayamadığı “Malazgird” şiirinde, Türk Milleti’ni temsil eden bu neferin macerası olarak anlatmak isteyen Yahya Kemal, “Ezan ve Kur’an” başlıklı yazısında da, Ayasofya Camii’nin minarelerinden fetihten beri okunan ezanı, Topkapı Sarayı Hırkai Saadet Dairesi’nde Yavuz Selim devrinden beri okunan Kur’an’la birlikte, devletin iki manevi temelinden biri olarak gördüğünü ifade etmişti.
Cumhuriyet’in ilanından kısa bir süre sonra elçi olarak yurt dışına (Varşova, Madrid) gönderilen Yahya Kemal, Mütareke yıllarında edindiği zevki 1933 yılında yurda döndükten sonra da yaşamaya devam etmişti. İstanbul’u İstanbul yapan karakteristik mekânları bazen dostlarıyla, bazen tek başına ziyaret ediyordu. Bu ziyaretlerden bazıları şiirlerine de yansımıştır. Mesela bir Ramazan günü Üsküdar’a geçmiş, oradan “bir Müslüman diyarı” olan Atik Valide’ye yürümüştü. İftara beş on dakika kala hâlâ sokaktaydı; insanlar evlerine çekilmiş, sofralarının başında iftar topunun atılmasını bekliyorlardı. Kendini birden kimsesiz ve içinde yaşadığı topluma çok yabancı hissetti. Fakat hissettiği aynı zamanda derin bir şiirdi; Türk halkının İslâm’ı anlayışı, yaşayış biçimi, tevekkülü ve iftar saatindeki derin sessizlik, ona “Tenha sokakta kaldım oruçsuz ve neş’esiz” mısraının geçtiği meşhur “Atik Valde’den İnen Sokakta” şiirini ilham etmişti. Yıllar sonra, Orhan Şaik Gökyay’a anlattığına göre, o gün Üsküdar’dan dönerken vapurda Mehmed Âkif’in dostlarından biriyle karşılaşmış, sohbet sırasında söz şiire ve Âkif’e intikal edince şunları söylemişti: “Eğer Âkif benim duyduğum İslâm’ın şevkini, hüznünü duymuş olsaydı başka türlü olurdu. O İslâm’ın yükselişini, akaidini terennüm etti; şiir, Atik Valde’nin iftar saatidir. O zat teslim etti bunu. ‘Evet, Âkif’in bu tarafı noksandır’ dedi. O İslâm’ın sefaletini anlatmıştır, yani sosyaldir.”
Aynı hadiseyi Sermet Sami Uysal’a da anlatan Yahya Kemal, şiirde sözünü ettiği sokağın Atik Valide’den Karacaahmet’e inen sokak olduğunu ve o gün hissettiği şiiriyeti yavaş yavaş işleyerek “Atik Valde’den İnen Sokakta” şiirini vücuda getirdiğini söyler. Uysal’ın onunla bu konuyu konuştuğu 1955 yılında şiir henüz tamamlanmıştır.
Yahya Kemal, bu şiirde aslında Daryush Shayegan’ın “yaralı bilinç” dediği trajik durumdan söz etmektedir. Bilindiği gibi, İranlı düşünür, köklü bir medeniyete sahip olmakla beraber modernitenin ani atakları karşısında şaşkınlığa uğramış, gelişmelere ayak uydurabilmek için acele ederken üst üste yanlışlar yapan toplumlarda özellikle aydınların yaşadığı “kültürel şizofreni”yi tahlil etmektedir. Bu gibi toplumlarda, en moderninden en muhafazakârına kadar, bütün aydınların ayırıcı vasfı, duygu ve düşünce dünyalarında iki farklı kültürün sürekli itişip kakışmasından doğan zihin çarpıklıklarıdır. Bir yanda tarihin dışına düşme (anakronizm) kaygısı, diğer yanda “köksüzleşme” (yabancılaşma) korkusu… Sevdiği ve kendini bir parçası gibi hissettiği manzaraların içinde yabancı bir seyyah gibi gezinen ve ikamet için hemen her zaman ‘alafranga’ muhitleri tercih eden (yani Üsküdar’ın dost ışıkları’nı Cihangir’den yahut Park Otel’deki odasının penceresinden seyreden) Yahya Kemal’in dramı, Türk aydınlarının bugün de az çok yaşadıkları, fakat itiraf etmekten kaçındıkları bir dramdır. Onun üstünlüğü, “onulmaz yara”sını gizlememesi, zihnindeki çatışmayı estetiğe dönüştürmeyi bilmesidir. Başka bir deyişle, Yahya Kemal, zihin dünyasındaki ikilikten doğan çatışmayı yaratıcı bir hamleyle şiire dönüştürebilmiştir; onun için hâlâ gündemdedir. Mehmed Âkif gibi aydınlar ise, Yahya Kemal’in kendini oruçsuz olduğu hüzünlendiği saatlerde iftar sofralarındadırlar; dolayısıyla onun hissettiklerini hissetmeleri mümkün değildir. Ne var ki onlar da tarihin dışına sürüklenmemek için moderniteyle başka türlü bir alışveriş içindedirler; kaçınılmaz bir realite olarak karşılarında buldukları “garp” medeniyetini meşrulaştırmak için kendilerini ait hissettikleri medeniyetin depolarından gerekçeler devşirip dururlar; açıkçası onların “bilinç”leri de yaralıdır.
Mehmed Âkif’in modern şiirimizde caminin içinden konuşan tek şair olduğu söylenebilir. Yahya Kemal’in zaman zaman eleştirdiğini bildiğimiz Âkif’’in şiirlerine son zamanlarında ilgi göstermesi bu bakımdan dikkat çekicidir. Her vesileyle Yahya Kemal’in “dinci yobazlar” tarafından sömürüldüğünü iddia eden Cahit Tanyol, onun şiirlerinde tekke Müslümanlığının yerini son yıllarında sofuların hoşuna gidecek bir cami Müslümanlığına bıraktığını, “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”, “Hayal Şehir”, “Koca Mustâpaşa” ve “Atik Valde’den İnen Sokakta” gibi şiirlerinde Mehmed Âkif Müslümanlığını görür gibi olduğunu, esasen bu şiirleri yazdığı tarihlerde, küçük masasından Safahat’ı ve Cevdet Paşa Tarihi’ni eksik etmediğini söyler.
Tanyol’un Mehmed Âkif tesirini aradığı şiirleri, Yahya Kemal’in özene bezene yazdığı ve çok önemsediği şiirlerdir. “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”nda Türklüğün İslâm’la nasıl yoğrulduğunu, Anadolu ve Rumeli coğrafyasında nasıl tekevvün ettiğini anlatır. Kendi Gök Kubbemiz adlı şiir kitabının birinci bölümünde ilk şiir olarak yer alan ve ilk defa altı bölüm hâlinde Hürriyet gazetesinde yayımlanan bu şiir, onun vatan, milliyet ve “imtidad” hakkındaki fikirlerini dile getirdiği, kendi ifadesiyle, “dinî olmaktan ziyade, millî bir manzume”, bir destan şiirdi.
Kanuni Sultan Süleyman’ın İstanbul’da yaptırdığı, Mimar Sinan’ın ustalık eseri sayılan Süleymaniye, Yahya Kemal’in nazarında ruh ve yaşama iklimimizi yetkin bir biçimde temsil ediyordu. Bunun için, “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”, onun en iddialı olduğu ve üzerinde en çok çalıştığı şiiridir. İlk şiir kitabının adı olan Kendi Gök Kubbemiz, bu şiirin “Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati” mısrasından doğar. Türk ruhu ve estetiği bu yapıda özetlenmiş, mimarideki Türk üslûbu bu yapıda şahlanışa geçmiştir. Atalarımızın hayal ettiği mimarinin “öz şekli” budur ve bu mabetle gökyüzüne uhrevî bir kapı açılmıştır; atalarımızın ruhları yılda iki defa bu kapıdan geçerek bu kubbenin altında yaşayanlarla buluşur, kaynaşıp tek vücut olurlar:
Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi;
Kubben altında bu cumhûra bakarken şimdi,
Senelerden beri rü’yâda görüp özlediğim
Cedlerin mağfiret iklîmine girmiş gibiyim.
Şiir, bir bayram sabahında, Süleymaniye’nin ufkunda bütün manzaranın İstanbul mavisine boyanmasıyla başlar. İhtişamlı bir sabah İstanbul’u aydınlatırken şairin iç aydınlığı da gitgide artmaktadır. Aradaki zaman perdesi âdeta kalkmış, şair, kendisini, gök kubbemiz altında, bayramın bu ilk sabahını vatanın dokuz asırlık halkıyla birlikte yaşamaya başlamıştır. Gökte kanat, yerde ayak sesleri işitilmekte ve “ulu mabet” yaşayanlarla ve atalarımızın ruhlarıyla dolmaktadır. Itrî’nin “saltanatlı Tekbir”i hep ağızdan okunurken yükselen velvele, şairin zihninde “nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi” hayaline dönüşür:
Nice bin dalgalı Tekbir oluyor tek bir ses;
Yükselen bir nakaratın büyüyen velvelesi,
Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi!
Birden ön safta oturmuş, Tekbir’i vecdle dinleyen “nefer esvaplı biri”ni fark eden şair, onun yorgun yüzünde çok büyük bir işi başarmış olmanın verdiği huzuru görür ve bütün bir tarihi o mümin neferin yüzünde okur; bu saf ve anlamlı yüz “dünyada yiğit yüzlerinin en güzeli”dir. Yoksa ta Malazgirt ovasından Viyana kapılarına kadar yürüyen Türk oğlu bu nefer midir? Belki de bu yüce yapının kurucusu yahut mimarı odur. Yurdu hem kuran, hem koruyan kudretimizin cisimleştiği bu nefer, “vatanın hem yaşayan vârisi, hem sahibi”dir ve hâlâ halk tarafından hem üzerinde yaşadığımız, hem de kaybettiğimiz topraklarda bir teselli gibi görünmektedir.
“Süleymaniye’de Bayram Sabahı”, karşı dağlarda gül bahçeleri tutuşmuş gibi, gökle yerin koyu bir kırmızılıkla ayrılmaya başladığı sırada gürleyen top seslerinin tasviriyle devam eder. Bunlar bayram toplarıdır ama Yahya Kemal’e bütün bir tarihin sesleri gibi gelir. Derinden derine ses veren topları dinlerken zaferlerle dolu bir tarihten ihtişamlı sahneleri hayalinde yaşayan şair, ulu mabette vatanın birliğine karışarak atalarımızın ruhlarını yaşayanlarla beraber gördüğünü söyledikten sonra, destanşiirini,
Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı
mısrasıyla bitirir. “Yol Düşüncesi” şiirindeki “İçimde dalgalı Tekbîr’i en güzel dinin” mısrası ise Yahya Kemal’in derin bir iç hesaplaşma sonunda vardığı yeri izah eder gibidir.
Üsküp’ün manevi atmosferinde rüya gibi bir çocukluk yaşayan Yahya Kemal’i ömrü boyunca terk etmeyen bu ezan sesleri, Paris’te, imansızlık devirlerinde bile kulaklarında sık sık çınlayacaktır. Yıllar sonra “Ezansız Semtler” başlıklı yazısında, artık alafranga semtlerde yetişen Türk çocuklarının bu güzel rüyayı göremediklerini üzülerek anlatan Yahya Kemal, gerçekte bizi ayakta tutan şeyin bu rüya olduğunu düşüncesindedir. Kendisi bu güzel rüyayı aile fertlerinden çoğu Müslümanlığın gereklerini yerine getirmede pek de hassas davranmadıkları hâlde bütün incelikleriyle yaşamıştır. Hatıralarında, annesi Nakiye Hanım’ın çok dindar ve beş vakit namaz kılan bir kadın olduğunu yazan3 Yahya Kemal, doğduktan hemen sonra kulaklarına ezan okunan talihli Türk çocuklarından biriydi. Odalarda namaza durmuş insanlar gördü, Kur’an dinledi, bir rafta duran Kitabullah’ı indirip küçücük elleriyle açtı, gülyağı gibi ruh olan sayfalarını kokladı, ilk ders olarak besmeleyi öğrendi, kandil günlerinin kandilleri yanarken, Ramazanların, bayramların topları atılırken sevindi. Bayram namazlarına büyükleriyle beraber gitti, tekbirleri dinledi ve âmin alaylarıyla mektebe başladı, Türk oldu.
Bu çocuk, Frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkmak zor geldiği için uzun yıllar bayram namazlarına bile gidemeyecek, bir gün, kalkamamak korkusuyla sabaha kadar uyumayarak gittiği bayram namazından sonra çocukluğunun bu mutlu zamanlarını hasretle hatırlayacaktır.
Yahya Kemal, Jön Türklük sevdasına kapılıp bütün inançlarından soyunmuş bir genç olarak gittiği Paris’ten “tarih içinde Türklüğü” ve bu Türklüğün tekevvününde İslam’ın önemini keşfetmiş bir aydın olarak dönerse de, dokuz yıl boyunca, Ahmed Haşim’in “Müslüman Saati” dediği iç hayatın tamamen dışında yaşadığı için çok farklı alışkanlıklar edinmiştir; bu yüzden memleketinin insanları gibi yaşaması artık imkânsızdır. Ancak lezzetli çocukluk hatıralarında kalan yerli hayat şekilleriyle yeniden karşılaşmak onda bir çeşit şok etkisi yaratır. Bir dost evinde dinlediği Tanburi Cemil Bey, Yakup Kadri’yle birlikte gittiği Bektaşi tekkesi, İstanbul içinde dostlarıyla veya tek başına yaptığı gezintilerde yaşadıkları... “Dayanılmaz bir acı” yaratan ve derin bir iç hesaplaşmasına yol açan bu şoklar, onda zaman zaman içinden çıktığı toplumun hayatına katılma arzusu uyandırmıştır. Bu arzusunu “Türk milletinin ruhu bir rayiha gibi uçtu mu? Hayır, büyük kütlede o ruh var; fakat son nesil bir sürü gibi büyük kütleden uzaklaştık, kaybolduk, fakat daha uzağa gitmeyeceğiz, döneceğiz” cümleleriyle çok açık bir şekilde ifade eden Yahya Kemal, “Koca Mustâpaşa” şiirinde de, mensup olduğu neslin yabancılaşmışlığından şöyle söz eder:
Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan.
Bahseder gerçi duyanlar bir onulmaz yaradan;
Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;
Budur âlemde hudutsuz ve hazin öksüzlük.
Sızlatır bazı saatler dayanılmaz bir acı,
Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.
“Ezansız Semtler” yazısında, Büyükada’da otururken bir bayramda bayram namazına gitmeye niyetlendiğini, fakat sabah uyanamamak korkusuyla o gece hiç uyumadığını anlatır. Çünkü alıştığı “Frenk hayatı”nın gecesinde sabah namazına kalkmak zor, hatta imkânsızdır. Nihayet vakit gelince abdest alıp camiye gider. Kapıdan girer girmez bütün gözler ona çevrilir; alafranga nesilden birini yani bir “yabancı”yı camide görmek cemaati hem şaşırtmış, hem de mutlu etmiştir. İçi birden hüzünle dolan şair, bu hadiseyi anlattığı yazısında, yavaş yavaş ilerleyip iki hamalın arasına oturduğunu belirttikten sonra şöyle devam ediyor: “Muhammed sesi kulağıma geldiği vakit gözlerim yaşla doldu. Onlarla kendimi yekdil, yekvücut olarak gördüm. O sabah, o Müslümanlığa az âşina Büyükada’nın o küçücük camii içinde, şafakta aynı milletin ruhlu bir cemaati idik.”
Asıl hüzünlendirici olan, camiden çıkarken âyandan Reşid Âkif Paşa’nın Yahya Kemal’in elini tutup bayramlaşmayı bile unutarak duygularını ifade etmek maksadıyla söyledikleridir: “Bu bayram namazında iki defa mes’udum; hamdolsun, sizlerden biri kendi başına camiye gelmiş gördüm! Berhudâr ol oğlum, gözlerimi kapamadan evvel bunu görmek beni müteselli etti!”
Böylece yıllar sonra bir caminin içine giren Yahya Kemal, Mütareke’nin acılı günlerinde bu ihtiyacı daha fazla hissetmiş olmalıdır. 1921 yılı Ramazan’ının başlaması münasebetiyle yazdığı “Kandiller Yanarken Hasbıhal” (İleri, sayı 1179, 10 Mayıs 1921) başlıklı yazısında mahyalar ve minare şerefelerinde yakılan kandillerin “Türk İstanbul”un ve Türk tarzı Müslümanlığın en güzel ifadelerinden biri olduğunu söyler ve bir hatırasını anlatır: Mütareke’nin ilk Ramazan’ında Türkleri seven, Rumları da yakından tanıyan bir yabancıyla, bir gece, Moda’da oturmuş, İstanbul’u seyretmektedirler. Yabancı, mahyaları ve minarelerin şerefelerindeki kandilleriyle büyülü bir güzelliğe bürünen İstanbul’a uzun uzun baktıktan sonra şöyle der: “Bu şehir Türk’tür, Türk olmasa insaniyet güzelliğinden bir âlem kaybeder!” Yunanlıların İstanbul’u dünyaya bir Yunan şehri olarak göstermek için her türlü yola başvurdukları acılı günlerdir. Yabancı dost, İstanbul’u büyük bir hayranlıkla bir süre daha seyrettikten sonra sözlerine şöyle devam eder: “Rumlar bir senedir bu şehri bize Yunanlı göstermek için ne çarelere başvurmadılar, kendi evlerinden sonra Beyoğlu’nda Türk emlâkini de mavibeyaza gark ettiler, siz ses çıkarmadınız, lâkin bu akşam ne sizin ne de hükümetinizin tertibi eseri olarak minareler kendiliğinden öyle bir nümayiş yaptılar ki bu şehrin milliyetini tamamiyle gösterir!”
Yahya Kemal, “Saatler ve Manzaralar” başlıklı yazısında da, 1922 Ramazan’ının birinci günü, ikindiden sonra içinden gelen bir istekle Ayasofya Camii’ne giderek biri minberde, diğerleri sütun diplerinde vaaz eden dört vâizi dinlediğini ve derin bir hayal kırıklığına uğradığını anlatır. Fakat o gün mihrabın sağ tarafında, kuytu bir köşede diz çökmüş oturan neferin dua edişi dikkatini çekmiştir; ellerini kavuşturup gözlerini kapamış, vecd içinde Allah’a yakaran nefer uzunca bir istiğraktan sonra gözyaşlarını göstermemek için elleriyle yüzünü kapar, dizleri üstüne düşüp bir süre öylece kalır. Neferin bu hâlinde, vaizlerin kuru sözleriyle mukayese edilemeyecek derecede üstün bir belâgat gören Yahya Kemal, cümle kapısına doğru ilerlerken, bir sütunun karanlığında vecdle dua eden başka bir nefer görmüş ve Ayasofya’yı zihninden bir daha silinmeyecek “camideki nefer” imajıyla birlikte terk etmiştir. Bu imaj yıllar sonra, “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiirinde belirecektir. Bu şiirde “Ta Malazgird ovasından yürüyen Türkoğlu” mısraıyla özetlediği “tekevvün” fikrini tamamlayamadığı “Malazgird” şiirinde, Türk Milleti’ni temsil eden bu neferin macerası olarak anlatmak isteyen Yahya Kemal, “Ezan ve Kur’an” başlıklı yazısında da, Ayasofya Camii’nin minarelerinden fetihten beri okunan ezanı, Topkapı Sarayı Hırkai Saadet Dairesi’nde Yavuz Selim devrinden beri okunan Kur’an’la birlikte, devletin iki manevi temelinden biri olarak gördüğünü ifade etmişti.
Cumhuriyet’in ilanından kısa bir süre sonra elçi olarak yurt dışına (Varşova, Madrid) gönderilen Yahya Kemal, Mütareke yıllarında edindiği zevki 1933 yılında yurda döndükten sonra da yaşamaya devam etmişti. İstanbul’u İstanbul yapan karakteristik mekânları bazen dostlarıyla, bazen tek başına ziyaret ediyordu. Bu ziyaretlerden bazıları şiirlerine de yansımıştır. Mesela bir Ramazan günü Üsküdar’a geçmiş, oradan “bir Müslüman diyarı” olan Atik Valide’ye yürümüştü. İftara beş on dakika kala hâlâ sokaktaydı; insanlar evlerine çekilmiş, sofralarının başında iftar topunun atılmasını bekliyorlardı. Kendini birden kimsesiz ve içinde yaşadığı topluma çok yabancı hissetti. Fakat hissettiği aynı zamanda derin bir şiirdi; Türk halkının İslâm’ı anlayışı, yaşayış biçimi, tevekkülü ve iftar saatindeki derin sessizlik, ona “Tenha sokakta kaldım oruçsuz ve neş’esiz” mısraının geçtiği meşhur “Atik Valde’den İnen Sokakta” şiirini ilham etmişti. Yıllar sonra, Orhan Şaik Gökyay’a anlattığına göre, o gün Üsküdar’dan dönerken vapurda Mehmed Âkif’in dostlarından biriyle karşılaşmış, sohbet sırasında söz şiire ve Âkif’e intikal edince şunları söylemişti: “Eğer Âkif benim duyduğum İslâm’ın şevkini, hüznünü duymuş olsaydı başka türlü olurdu. O İslâm’ın yükselişini, akaidini terennüm etti; şiir, Atik Valde’nin iftar saatidir. O zat teslim etti bunu. ‘Evet, Âkif’in bu tarafı noksandır’ dedi. O İslâm’ın sefaletini anlatmıştır, yani sosyaldir.”
Aynı hadiseyi Sermet Sami Uysal’a da anlatan Yahya Kemal, şiirde sözünü ettiği sokağın Atik Valide’den Karacaahmet’e inen sokak olduğunu ve o gün hissettiği şiiriyeti yavaş yavaş işleyerek “Atik Valde’den İnen Sokakta” şiirini vücuda getirdiğini söyler. Uysal’ın onunla bu konuyu konuştuğu 1955 yılında şiir henüz tamamlanmıştır.
Yahya Kemal, bu şiirde aslında Daryush Shayegan’ın “yaralı bilinç” dediği trajik durumdan söz etmektedir. Bilindiği gibi, İranlı düşünür, köklü bir medeniyete sahip olmakla beraber modernitenin ani atakları karşısında şaşkınlığa uğramış, gelişmelere ayak uydurabilmek için acele ederken üst üste yanlışlar yapan toplumlarda özellikle aydınların yaşadığı “kültürel şizofreni”yi tahlil etmektedir. Bu gibi toplumlarda, en moderninden en muhafazakârına kadar, bütün aydınların ayırıcı vasfı, duygu ve düşünce dünyalarında iki farklı kültürün sürekli itişip kakışmasından doğan zihin çarpıklıklarıdır. Bir yanda tarihin dışına düşme (anakronizm) kaygısı, diğer yanda “köksüzleşme” (yabancılaşma) korkusu… Sevdiği ve kendini bir parçası gibi hissettiği manzaraların içinde yabancı bir seyyah gibi gezinen ve ikamet için hemen her zaman ‘alafranga’ muhitleri tercih eden (yani Üsküdar’ın dost ışıkları’nı Cihangir’den yahut Park Otel’deki odasının penceresinden seyreden) Yahya Kemal’in dramı, Türk aydınlarının bugün de az çok yaşadıkları, fakat itiraf etmekten kaçındıkları bir dramdır. Onun üstünlüğü, “onulmaz yara”sını gizlememesi, zihnindeki çatışmayı estetiğe dönüştürmeyi bilmesidir. Başka bir deyişle, Yahya Kemal, zihin dünyasındaki ikilikten doğan çatışmayı yaratıcı bir hamleyle şiire dönüştürebilmiştir; onun için hâlâ gündemdedir. Mehmed Âkif gibi aydınlar ise, Yahya Kemal’in kendini oruçsuz olduğu hüzünlendiği saatlerde iftar sofralarındadırlar; dolayısıyla onun hissettiklerini hissetmeleri mümkün değildir. Ne var ki onlar da tarihin dışına sürüklenmemek için moderniteyle başka türlü bir alışveriş içindedirler; kaçınılmaz bir realite olarak karşılarında buldukları “garp” medeniyetini meşrulaştırmak için kendilerini ait hissettikleri medeniyetin depolarından gerekçeler devşirip dururlar; açıkçası onların “bilinç”leri de yaralıdır.
Mehmed Âkif’in modern şiirimizde caminin içinden konuşan tek şair olduğu söylenebilir. Yahya Kemal’in zaman zaman eleştirdiğini bildiğimiz Âkif’’in şiirlerine son zamanlarında ilgi göstermesi bu bakımdan dikkat çekicidir. Her vesileyle Yahya Kemal’in “dinci yobazlar” tarafından sömürüldüğünü iddia eden Cahit Tanyol, onun şiirlerinde tekke Müslümanlığının yerini son yıllarında sofuların hoşuna gidecek bir cami Müslümanlığına bıraktığını, “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”, “Hayal Şehir”, “Koca Mustâpaşa” ve “Atik Valde’den İnen Sokakta” gibi şiirlerinde Mehmed Âkif Müslümanlığını görür gibi olduğunu, esasen bu şiirleri yazdığı tarihlerde, küçük masasından Safahat’ı ve Cevdet Paşa Tarihi’ni eksik etmediğini söyler.
Tanyol’un Mehmed Âkif tesirini aradığı şiirleri, Yahya Kemal’in özene bezene yazdığı ve çok önemsediği şiirlerdir. “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”nda Türklüğün İslâm’la nasıl yoğrulduğunu, Anadolu ve Rumeli coğrafyasında nasıl tekevvün ettiğini anlatır. Kendi Gök Kubbemiz adlı şiir kitabının birinci bölümünde ilk şiir olarak yer alan ve ilk defa altı bölüm hâlinde Hürriyet gazetesinde yayımlanan bu şiir, onun vatan, milliyet ve “imtidad” hakkındaki fikirlerini dile getirdiği, kendi ifadesiyle, “dinî olmaktan ziyade, millî bir manzume”, bir destan şiirdi.
Kanuni Sultan Süleyman’ın İstanbul’da yaptırdığı, Mimar Sinan’ın ustalık eseri sayılan Süleymaniye, Yahya Kemal’in nazarında ruh ve yaşama iklimimizi yetkin bir biçimde temsil ediyordu. Bunun için, “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”, onun en iddialı olduğu ve üzerinde en çok çalıştığı şiiridir. İlk şiir kitabının adı olan Kendi Gök Kubbemiz, bu şiirin “Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati” mısrasından doğar. Türk ruhu ve estetiği bu yapıda özetlenmiş, mimarideki Türk üslûbu bu yapıda şahlanışa geçmiştir. Atalarımızın hayal ettiği mimarinin “öz şekli” budur ve bu mabetle gökyüzüne uhrevî bir kapı açılmıştır; atalarımızın ruhları yılda iki defa bu kapıdan geçerek bu kubbenin altında yaşayanlarla buluşur, kaynaşıp tek vücut olurlar:
Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi;
Kubben altında bu cumhûra bakarken şimdi,
Senelerden beri rü’yâda görüp özlediğim
Cedlerin mağfiret iklîmine girmiş gibiyim.
Şiir, bir bayram sabahında, Süleymaniye’nin ufkunda bütün manzaranın İstanbul mavisine boyanmasıyla başlar. İhtişamlı bir sabah İstanbul’u aydınlatırken şairin iç aydınlığı da gitgide artmaktadır. Aradaki zaman perdesi âdeta kalkmış, şair, kendisini, gök kubbemiz altında, bayramın bu ilk sabahını vatanın dokuz asırlık halkıyla birlikte yaşamaya başlamıştır. Gökte kanat, yerde ayak sesleri işitilmekte ve “ulu mabet” yaşayanlarla ve atalarımızın ruhlarıyla dolmaktadır. Itrî’nin “saltanatlı Tekbir”i hep ağızdan okunurken yükselen velvele, şairin zihninde “nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi” hayaline dönüşür:
Nice bin dalgalı Tekbir oluyor tek bir ses;
Yükselen bir nakaratın büyüyen velvelesi,
Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi!
Birden ön safta oturmuş, Tekbir’i vecdle dinleyen “nefer esvaplı biri”ni fark eden şair, onun yorgun yüzünde çok büyük bir işi başarmış olmanın verdiği huzuru görür ve bütün bir tarihi o mümin neferin yüzünde okur; bu saf ve anlamlı yüz “dünyada yiğit yüzlerinin en güzeli”dir. Yoksa ta Malazgirt ovasından Viyana kapılarına kadar yürüyen Türk oğlu bu nefer midir? Belki de bu yüce yapının kurucusu yahut mimarı odur. Yurdu hem kuran, hem koruyan kudretimizin cisimleştiği bu nefer, “vatanın hem yaşayan vârisi, hem sahibi”dir ve hâlâ halk tarafından hem üzerinde yaşadığımız, hem de kaybettiğimiz topraklarda bir teselli gibi görünmektedir.
“Süleymaniye’de Bayram Sabahı”, karşı dağlarda gül bahçeleri tutuşmuş gibi, gökle yerin koyu bir kırmızılıkla ayrılmaya başladığı sırada gürleyen top seslerinin tasviriyle devam eder. Bunlar bayram toplarıdır ama Yahya Kemal’e bütün bir tarihin sesleri gibi gelir. Derinden derine ses veren topları dinlerken zaferlerle dolu bir tarihten ihtişamlı sahneleri hayalinde yaşayan şair, ulu mabette vatanın birliğine karışarak atalarımızın ruhlarını yaşayanlarla beraber gördüğünü söyledikten sonra, destanşiirini,
Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı
mısrasıyla bitirir. “Yol Düşüncesi” şiirindeki “İçimde dalgalı Tekbîr’i en güzel dinin” mısrası ise Yahya Kemal’in derin bir iç hesaplaşma sonunda vardığı yeri izah eder gibidir.