Tarihin daha önceki dönemlerinde kimi zaman insan olarak bile kabul edilmeyen kadınlar ilk defa 17. yüzyıl İngiltere‟sinde seslerini yükseltmeye başlamışlardır. feminizm üzerine yazılmış en önemli ilk eser, Mary Wollstonecraft‟ın 18. yüzyılda yazdığı ve kadınların eğitim, hukuk ve siyaset alanlarında erkeklerle aynı haklara sahip olduğunu iddia ettiği kadın Haklarının Savunusu (Vindication of the Rights of Woman) adlı kitabıdır. Kadınlar, kitlesel, organize ve kurumsal anlamda ise ilk defa devrim niteliğindeki iktisadi ve siyasi dönüşümlerin yaşandığı bir dönemde (19. yüzyılda) ortaya çıkmış ve haklarını savunmaya başlamışlardır. Söz konusu dönemde özellikle Avrupalı kadınlar toplumsal ve siyasi hareketlere katılarak seslerini duyurmaya çalışmışlardır. Çünkü Sanayi Devrimi, endüstriyel kapitalizm ve devletlerin siyasi düzenlerinin temsili demokrasiye geçmesi ile birlikte, Avrupalı kadınların durumu ve konumu derinden sarsılmış, özellikle ailenin ekonomik ve siyasi öneminin azalmış olması, feministlerin seslerini daha da yükseltmelerini gerektiren bir ortam doğurmuştur. Bu gelişmelerle birlikte, kadınların ekonomik ve siyasi bir “sorun” haline gelmesi üzerine, kurumsal feminizm bu sorunu çözmeye yönelik cevaplar arayan bir hareket ve akademik disiplin olarak ortaya çıkmıştır.
19. yüzyılda, Avrupa‟da değişimin ideolojisi olan sosyalizm ve komünizm ile feminizm arasında kuramsal ittifaklar oluşturulmuştur. Bu dönemden itibaren sosyalist devrim hareketleri ile kadınların kurtuluşu arasında sıkı bir ilişki kurulmuştur. Bundan dolayı, feministler genellikle sol bir ideolojiden beslenmektedirler. Çünkü kadınların kurtuluşunun “bir toplumsal devrim sorunu” olduğunu iddia eden feministlere göre, kadınların olumsuz durumda olmalarının asıl nedeni aile, özel mülkiyet ve devlet gibi, sol ideolojinin hedef tahtasındaki kurumlardır. Feminist hareketin güçlenmesiyle birlikte, kadınlar toplumsal, dini ve akademik ortamlarda varlıklarını hissettirmeye başlamışlardır. Peş peşe dernekler kurulmuş ve dergiler yayımlanmaya başlanmıştır.
Sömürgeleşme sürecinin yoğunlaşması ve emperyalizme dönüşmesi ile birlikte feminizm hareketi de uluslararası bir boyut kazanmak için mücadeleye girişmiştir. Farklı ülkelerden kadınların, uluslararası bir platformda işbirliği, dayanışma ve ortak mücadelelerine birlik içinde devam etmelerini sağlamak için 1880‟lerde Uluslararası Kadınlar Konseyi (International Council of Women) kurulmuştur. 1888 yılında Washington‟daki kuruluş toplantısında, Amerikalı ve Avrupalı kadınlar bu uluslararası örgütün amaçlarını ve ilkelerini belirlemişlerdir. 1899 yılında yapılan ikinci toplantıya farklı ülkelerden 5 bin delege katılmıştır. Konsey, aynı yıl Barış ve Uluslararası İlişkiler (Peace and International Relations) adlı bir komite kurarak uluslararası politikada etkili bir aktör olmayı hedefleri arasına koymuştur.
Birinci Dünya Savaşı sırasında, Amerikalı kadınların girişimi ve daha sonra pek çok ülkeden kadının da katılımıyla 1915 yılında Kadınların Barış Partisi kurulmuştur. Avrupalı devletlerden gelen, bu örgüte mensup Alman, İngiliz ve İtalyan kadınların katılımıyla Lahey‟de düzenlenen Uluslararası Kadın Konferansı‟nda “erkeklerin yürüttüğü” savaş lanetlenmiş ve tüm kadınlar birbirlerini “kız kardeş” gibi görerek, birbirlerine yardımlaşma, sevgi ve barış vaadinde bulunmuşlardır. Katılımcılar, bütün dünya kadınları adına, savaşan devletleri barış yapmaya çağırmıştır. Kadınlar aynı yıllarda Milletler Cemiyeti‟nin kuruluş çalışmalarına da aktif olarak katılmışlardır. Feminist kadınların çabaları sonucu Milletler Cemiyeti Sözleşmesi‟ne “eşit işe eşit ücret” ilkesi konulmuştur. Fransız feminist Avril de Saint-Croix, dünyanın bütün kadın hükümet-dışı uluslararası örgütleri (NGO‟ları) adına Milletler Cemiyeti‟nde temsilcilik yapmıştır.
Birinci Dünya Savaşı‟ndan hemen sonra pek çok Batı ülkesinde seçme ve seçilme hakkı elde eden kadınlar, 20. yüzyıl boyunca kültürel ve felsefi görüşler oluşturarak uluslararası politikanın önemli bir baskı grubu ve aktörü olmuşlardır. Çünkü anneliğin mistik boyutu ve kadınlığın safiyeti gibi, kadınların “üstün özellikleri”ne vurgu yapan cinsel romantisizm (sexual romanticism), yerini kadınların erkeklerden farklı olmadığı; dolayısıyla da kadınların ezilmesinin hiçbir rasyonel tarafının bulunmadığını savunan cinsel rasyonalizm (sexual rationalism) akımına bırakmıştır. Modern feminizm, kadın erkek ilişkilerinde yalnızca erkeğin yaptıklarının kadınlar tarafından değil, aynı zamanda kadınların yaptıklarının da erkekler tarafından yapılabilmesi anlamına gelen “karşılıklılık ilkesi”nin geçerli kılınmasını talep etmektedir. Bu dönüşümden sonra ise akademik feminizm güçlenmeye başlamıştır.
1960‟lı yıllardan itibaren, dünyadaki siyasi gelişmelere paralel olarak feminizmde de kavramsal ve teorik bir genişleme dalgasına tanık olunmuş; feminist hareketler daha öncekilerden oldukça farklı bir boyut kazanmıştır. Öncelikle, bütün kadınlar arasında dayanışma ve destek ilişkisi üzerine kurulan kız kardeşlik, birleştirici bir ideoloji olarak öne sürülmüştür. Ayrıca siyahların, Üçüncü Dünya‟nın, homoseksüellerin ve baskı altında, mağdur veya mahrum olan diğer kesimlerin özgürlük mücadelelerinin revaçta olduğu yıllarda, feministler de kadın kurtuluş ve özgürlük hareketlerini anlam ve kapsam açısından genişleterek arttırmışlardır. Ancak, öncekiler gibi bu feminist hareketler de, genellikle “baskı” ve “özgürlük” kavramlarına daha çok vurgu yapan sol hareketlerin bir parçası olarak sunulmuşlardır.
Feministler, ideoloji ve bilim alanında mevcut siyasi ve ekonomik disiplinlerin ve ideolojilerin temel varsayımlarını sorgulamaya başlamışlar ve pek çok alanda önemli katkılarda bulunmuşlardır. Tarih, iktisat, sanat, sosyoloji, antropoloji, siyaset, uluslararası politika, edebiyat ve dilbilim dallarında feminist araştırmalar hızla yaygınlaşmıştır. Bu bilimlerin temel postulatlarının kadınlar aleyhine önyargılarla dolu olduğunu ve feminist bakış açısıyla bilimin özgürleştirileceğini iddia eden feminizm, tüm akademik disiplinlerin eleştirel bir yaklaşımla tekrar gözden geçirilmesi gerektiğini savunmuştur. Kendi yayınevlerini de kuran Batılı akademisyen feministler, Signs, Feminist Studies ve Women’s Studies gibi etkin dergiler yayınlamaya başlamışlardır. Bunun sonucu olarak da, 20. yüzyılın ikinci yarısında ABD‟nin hemen her üniversitesinde “Kadın Çalışmaları” bölümü açılmıştır. ABD‟de okullarda okutulan ders kitapları bile feministlerin talepleri doğrultusunda yeniden yazılmıştır.
Muhittin Ataman