İnsan yaşamının bir cilvesi olan yalnızlık, yardıma muhtaç olma ve düşkünlük durumları insanoğlunun yeryüzünde ilk zuhurundan itibaren söz konusu olmuştur. Dolayısı ile tarih boyunca gerek zengin insanların münferit yardım faaliyetleri gerekse devletlerin toplumsal birlik ve beraberliği sağlamak amacı ile hayır işlerinde bulunduğu görülmektedir. Bu düşünceden hareketle tarih boyunca vakıf adında kavramsallaşan yardım kuruluşlarının, organizasyonlarının ve topluluklarının varlığı ortaya çıkmıştır.
Vakıf ve yardımlaşma müesseselerinin asıl zirve noktasına ulaşması ise semavi dinlerin iyilik ve yardımlaşma ile ilgili öğretileri vesilesi ile olmuştur. Vakıf kelimesi Kur’an’da tam olarak geçmese de vakıf kelimesinin kavramsal çerçevesini çizen ve muhtevasını oluşturan değerler ile felsefi düşüncenin izlerine rastlanmaktadır. Özellikle de Kur’an’ın vahyi ile birlikte İslam düşüncesinin toplumsal birlik ve beraberliğe atfettiği önem sonucunda müminlerin hayırda yarışmaları gerektiği inancı Müslüman devlet ve toplumların esas dinamiğini oluşturmuştur. Bilhassa Hz. Muhammed’in şahsında eylem ve sözleri ile muazzam bir örnekliğe ulaşan Allah adına hayırda yarışma, iyilik ve yardımda bulunma telakkisi bütün Müslümanlar için mümin bir insanın yapması gereken en elzem farzlardan kabul edilmiştir. Nitekim Müslümanların yardımlaşması, yetimi, fakir ve fukarayı gözetmesi, iyilikte bulunması ile infakta ve sadakada bulunması gerektiği ile ilgili ayetlerin sayısı Kur’an da oldukça fazladır. Pek çok ayette temel ibadet olan namaz emri kadar zekatın ibadetinin emredildiği görülmektedir.
Vakıflar, İslam devletlerinde özellikle başta hükümdar olmak üzere, bürokraside bulunan devlet adamları ile toplumun zengin ve varlıklı kişileri tarafından inşa edilmiştir. İslâm coğrafyasının her yanında bulunan mescid ve camiler, mektep ve medreseler, imaretler, tekke, hankah ve zâviyeler, kütüphaneler, misafirhaneler, hastahaneler, çeşmeler ve sebiller, hamamlar, makbereler, yollar ve köprüler ile kervansaraylar önemli isimlerce kurulan vakıfların neticesinde inşa edilmişlerdir. Yukarıda sıraladığımız örneklerde görüleceği üzere vakıflar sadece bireysel olarak insanların yararı için değil tüm toplumun yararı için de faaliyette bulunmuşlardır. Tüm halka ve insanlığa hizmet için şehirlerin inşa ve ihya edilmesi bile vakıflar arcılığı ile gerçekleşmiştir.
Hz. Peygamber’in döneminden itibaren insanların ihtiyaçları için gerekli vakıflar kurulmaya başlanmıştı. Bu faaliyetler belirli bir sistem ve düzen içerisinde olmasa da cami, mescid, şifahane veya pazarlar kurulması için vakıflara arsalar bağışlanmaktaydı. Özellikle de buralarda görevli olanların maaşları Beyt’ül Mâl yani devlet hazinesinden ödenmekteydi. Bu hususlar ile ilgili olarak Mısır’da bir tarım arazisinin gerçek vakfa dönüştürülmesiyle ilgili en eski vakfiye Abbasiler dönemine aittir.
İslam fetihlerinin artması ve yeni coğrafyalarda siyasi ve askeri faaliyetlere girişilmesi ile birlikte özellikle bu bölgelerde meydana gelen savaşlar neticesinde harap vaziyete gelmiş şehir ve beldelerin imar ve inşa faaliyetleri de vakıflar eli ile yapılmaktaydı. Aynı zamanda savaş hasarlarının giderilmesi ve askeri mücadeleler neticesinde zarar gören halkların ihtiyaçları için ilk iş olarak yeni fetih edilen bölgelerde vakıflar tesis edilmekteydi.
Vakıfların faaliyet alanları oldukça geniş olduğu görülmektedir. Belirli bir iş için vakfedilmiş vakıflar olduğu gibi muhtelif birçok hususta da yardım faaliyetleri düzenleyen vakıfların varlığı söz konusu olmuştur. Ünlü seyyah İbn Battûta’nın eserinde vakıfların hizmet alanları arasında hacca gidemeyenleri hacca göndermek, fakir aile kızlarının evlilik çeyizlerini satın almak, esirleri hürriyete kavuşturmak, seyyahlara yiyecek ve giyecek temin etmek, ülkelerine dönebilmelerini sağlamak, sokakları düzenlemek, kaldırımları inşa etmek gibi faaliyetlerden bahsettiği bilinmektedir. Fakat en çok tesis edilen vakıfların esas itibarı ile insanların en çok ihtiyacı olan temel gereksinimlerini karşılamak amacı ile kurulan vakıflar olduğu bilinmektedir. Bu nedenle de Türk – İslam coğrafyasının hemen her yerinde insanların karınlarını doyurması için aşevleri, kalacak yerleri olmayanlar için barınma alanları, hasta ve müşkül durumda olanlar için hastanelerin sayısı oldukça fazlaydı.
İnsanların temel ihtiyaçlarının karşılandığı vakıfların hemen ardından en çok kurulan vakıflar inançlı insanların ibadetlerini yerine getirmeleri için inşa edilen cami ve mescidlerdir. İbadethanelerin yanı sıra Müslüman inancında eğitim ve öğretime özel bir önemin verilmesi neticesinde mektepler, medreseler, dârülkurrâ ve dârülhadisler de vakıflar olarak inşa edilmekteydi. Tesis edilen bütün kurumların gereken bütün ihtiyaçları vakıflar tarafından karşılanmaktaydı. Vakfiyelerde belirtildiğine göre medreselerde verilen dersleri okutmak için bazı camilere müderrisler, muhaddisler ve dersiamlar tayin edilmiştir. İnşa edilen her vakfın amaç ve misyonları ile hizmet şartlarının yazılı olduğu vakfiye metinleri olmaktaydı. Bu vakıfnamelerde işletilecek vakfın tüm plan ve programı belirtilmekteydi.
Vakıflarda mektep ve medrese talebelerine, tekke ve zâviye dervişlerine, yörenin fakirlerine, zengin ve fakir bütün yolculara parasız yemek veriliyordu. İstanbul külliyelerine bağlı imaretlerin her birinde günde ortalama 500-1000 kişinin yemek yediği bilinmektedir. XVIII. yüzyılda gelindiğinde ise İstanbul imaretlerinde her gün yemek yiyenlerin sayısı 30.000’den fazla olduğu kaynaklarda ifade edilmektedir. Türk İslam coğrafyasının muhtelif yerlerinde inşa edilen vakıflarda herhangi bir ırk ve din ayrımı gözetmeksizin muhtaç ve müşkül durumda bulunan herkese yardım edilmekteydi. Vakıflar ırk ve din ayrımı gözetmeksizin bütün insanlığa hizmet için tesis edildiğinden asla ayrım gözetilmemekteydi.
Özellikle Türk – İslam tarihte hükümdar ve aileleri tarafından kurulan vakıfların sayısı oldukça fazladır. Devlet yöneticisinin bu tür girişimleri sosyal devlet anlayışının bir tezahürüdür. Nitekim Türk ve İslam devletlerinde hükümdarların hayır işlerinde ve vakıf tesisinde birbirleri ile yarıştıkları görülmektedir. Vakıfların kuruluşu, birlik ve beraberliğin sağlanması ile refah seviyesinin artırılması düşüncesi Türk filozofu olan Fârâbî tarafından el-Medînetü’l-fâżıla adlı meşhur eserinde tasarlayıp kurgulanmıştır. Vakıfların kurulması ve devamlılığı birçok düşünür tarafından erdemli bir devletin, hükümdarın ve toplumun önemli bir özelliği olarak düşünülmüştür.
Bugün bizim medeniyetimizin en önemli örnekliğini teşkil eden Mekke, Medine, Dımaşk, Bağdat, Kahire, Kayrevan, Kurtuba, Tebriz, Semerkant, Buhara, Adana, Konya, Bursa ve İstanbul gibi şehirlerimiz vakıf medeniyetinin birer ürünüdürler. Bu şehirlerin imar ve ihyası tarih boyunca bünyesinde barındırdıkları vakıflar ile olmuştur. Hatta bu şehirlere ulaşım için gerekli olan birçok yol, köprü, deniz fenerleri ve kalelerin inşası, büyük ticaret yolları üzerindeki konak yerleri ve kervansaraylar her zaman vakıflar tarafından finanse edilmiş ve inşa edilmiştir.
Kurulan vakıfların dini ve siyasi yönleri de bulunmaktaydı. Nitekim yeni fetih edilen bölgelerde yerel halk ile kaynaşmak, onların İslam dinini kabul etmesini sağlamak gibi hususlar için de özellikle vakıflar kurulup finanse edilmekteydi. Örneğin Selâhaddîn-i Eyyûbî tarafından Haçlı Seferleri sırasında savaş esirlerin fidyelerinin ödenmesi için dâhi vakıflar kurulduğu bilinmektedir. Böylelikle fetih edilen bu bölgelerin Türkleşmesi ve İslamlaşması vakıf müesseseleri ile hızlandırılmaktaydı.
Tarihimizde vakıfların çeşitliği oldukça fazladır. İnsanların ve diğer bütün canlıların ihtiyacı olabilecek hemen hemen her konuda vakıfların kurulduğu görülmektedir. Özellikle tarihimizde tesis edilmiş olan, Leyleklerin beslenmesi için kurulan leylek vakfı, İnsanların dinlenmeleri için bahçe olarak kurulmak üzere bağışlanan arsa vakıfları, insanların meyve ihtiyaçlarını gidermesi için meyve vakfı, piknik vakfı, duvar ve sokak temizliği vakfı, evlendirme vakfı, yetim çeyizi donatma vakfı, köprü yapım vakfı, misafirleri ağırlayan vakıf, helva dağıtma vakfı, pabuç parası veren vakıf gibi bu tür vakıflar tarihimizdeki en meşhur vakıf örnekleridir.
Rahatlıkla söyleyebiliriz ki Türk - İslam medeniyeti vakıf medeniyetidir. Tarihte eşine az rastlanacak incelikte ve güzellikte kurulmuş ola vakıfların çoğu başta Selçuklular ve Osmanlılar eliyle kurulmuştur. İslam dininin hayırda, yardımlaşmada ve iyilikte bulunma hususunda Müslümanlara verdiği yükümlülükler medeniyetimizin kurucusu ve devamlılığını sağlayan halkımız tarafından akla ve hayale gelebilecek her türlü vakfın kurulmasıyla yerine getirilmeye çalışılmıştır.
1836’da kurulan Evkâf-ı Hümayun Nezareti ile birlikte ise vakıflarımız maalesef yavaş yavaş tarihe karışmaya yüz tutmuştur. Bugün münferit olarak faaliyetlerini yürüten başarılı vakıflarımız olsa da tarihimizdeki o incelikli ve sistemli vakıflarımız maalesef artık yok olmuştur.
Günümüzde devlet ve millet olarak sosyal refah ile beraber birlik ve beraberliğin gerekliliğine olan ihtiyacımız aşikardır. Bu sebeple de tarihimizin medeniyet kurucu unsurlarından olan vakıflarımızın sahip olduğu felsefeyi tekrardan millet olarak benimsememiz ve ihya etmemiz gerekmektedir.
Bu yazı tarihçi Umut Güner tarafından kaleme alınmıştır.