Aile kavramı ve içeriği esasında kültürel bir durumu da belirtir. Her toplumun, coğrafyanın ve kültürün kendi aile kavramı söz konusudur. Aile o kültürün değer ve yargıları ile oluşur ve biçimlenir. İnsanların yaşadığı topraklar, iklim özellikleri, örf ve an’aneleri, dinî inanışları ile bütün bunları kuşatan kültürleri o toplumun zihninde aile kavramına biçim verir ve sınırlarını çizer.
tarih boyunca özellikle birtakım kültürlerin aile yaşantıları ve hukuku farklı milletlerin dikkatini çekmiş ve özel araştırma alanlarına dahil olmuştur. Bilhassa modern zamanlarda toplumbilim aileyi araştırmalarının merkezine almıştır. Aile, medeniyetin kurucu unsurlarından birini teşkil eden faktör olarak görülmüştür. Bir milletin sosyal gücü o toplumun aile yapısının ve aile bağının kadim ve güçlü olması ile belirlenmiştir.
Binlerce yıllık bir tarihi geçmişin ve köklü medeniyetin temsilcisi olan Türkler ’in de aile hayatı her zaman modern araştırmacıların ilgi odağı olmuştur. Bilhassa Türklerin insancıl, misafirperver, koruyup-gözeten güçlü ve dirayetli bir toplum yapısına sahip olması ile tarihi başarıları aile müessesesindeki muazzam yapısı ile ilişkilendirilmiştir.
Dilimizde mevcut bulunan “evlenme” veya “evlendirme” kelimeleri esasen tarihi süreçte genç erkek ve kadının izdivaç etmesi sonucunda baba ocağından ayrılarak yeni bir ev kurmalarını ifade eder. Özellikle dilimizde bulunan “ev-bark” tabiri de türk aile yapısını ifade eden en güzel örneklerden birisidir. Ev ile beraber kullanılan “bark” tabiri mabet manasındadır. Çünkü Türkler evliliğe kutsallık atfetmektedirler ve yaşadıkları evi de kutsal bir mekân olarak düşünmüş ve hissetmişlerdir.
Türk aile yapısı “pederi” aile olarak tanımlanmaktadır. Bu aile yapısında baba ve anne eşit haklara sahiptirler. Kadınlara ve çocuklara son derece önem verilir. Baba ailenin reisi olarak kabul edilmekle birlikte gündelik hayatta birçok hususta evin hanımına bağlı bit şekilde de harejet ederdi.. türk ailesi ekseriyetle “ata-erkil” bir yapıdadır; fakat bazı hususlarda kadına bağlılığın söz konusu olması hasebiyle Türk toplulukları için “ana-erkillik” de araştırmacılar tarafından söz konusu edilmiştir. Özellikle Türk mitolojik unsur taşıyan destan ve efsaneleri de Türk milletinin dişi kurttan türemesi gibi motiflerde “ana-erkillik”e atıflar olduğu ifade edilmiştir.
Türk ailesi anne, baba ve çocuklardan müteşekkil olması hasebiyle küçük aile olarak sınıflandırılır. Fakat Türklerde akrabalık bağları güçlü olduğu için anne ve babanın soydaşları ile birlikte büyük bir aşiret/boy şeklinde yaşaması da söz konusu olmuştur. Bu tür geleneksel aile formlarına sahip toplumlarda kan bağı esastır ve birleştirici bir unsurdur. Aile bağları ile birlikte “boy” diye tabir edilen büyük akraba aile birlikleri oluşmaktadır. Ailede herkes eşit haklara sahiptir, gelir ortaktır ve kişisel mülkiyet hakkı söz konusu olmadığı için herkes mal ve mülk konusunda eşittir ve söz sahibidir.
İslai dönem ile birlikte ise Türklerin aile yaşantısında pek bir değişiklik olduğu görülmez. Esasen İslam öncesi Türk aile yapısı ile İslam dininin öngördüğü ve Kur’an da hususları belirtilen ve sınırları çizilen aile yapısı arasında büyük farklılıklar söz konusu değildir. Türkler zaten gelenek ve zihniyet olarak aileye dini bir hüviyet kazandırmışlardı. Aile kutsal ve değerli idi. Bu sebeple Türklerin İslamlaşması ile birlikte zaten dini bir kimliği söz konusu olan aile olgusu İslamiyet ile birlikte daha da kökleşmiş ve derinleşmiştir. Bağlar kuvvetlenmiş, ailenin değeri bir kat daha artmıştır.
Aile yapısını güçlendiren bir diğer hususta Türklerin göçebe bir toplum olması ile ilişkilidir. Türk topluluklarının ekseriyetinin göçebe yaşam sürmesi dolayısı ile daha ilk yüzyıllardan itibaren Türk ailesinin karakteri göçebe hayata göre şekillenmiş, toplumsal hukuk dahi bu hususiyetlere göre belirlenmiştir. Göçebeliğin tüm izleri başta gündelik yaşam olmak üzere ağırlığını hissettirmiştir.
Konar-göçer bir hayatı benimseyen Türkler toplulukları, göçebe hayatın zorlukları karşısında güçlü aile bağları ile ayakta kalmış ve zorlukların üstesinden rahatlıkla gelmiştir. Türk milletinin aile yapısı incelendiğinde her ne kadar tarihi süreçte geniş ve farklı coğrafyalarda yaşamış olsalar da ufak farklılıklar dışında esas itibarı ile aile yapısı köklü ve değişmezdir. Göçebe toplum olmaları asla ve asla onların aile bağlarında zafiyete sebebiyet vermemiştir.
Türk aile yapısının gelenekleri tarih boyunca Türk devlet yöneticileri ve düşünürleri tarafından her zaman bahis mevzu edilmiş ve önemi üzerinde de sıklıkla durulmuştur. Nitekim Başta Orhun Kitabeleri olmak üzere Türklerin yazılı ve sözlü kaynaklarında Türk ailesinin ulviliğine atıflar bulunmaktadır. Özellikle de bu eserlerde toplumsal yapının bozulmaması, birlik ve beraberliğin zedelenememesi hususunda nasihatlerde bulunulmuştur. Birçok kadim ozanlarımızın şiir ve türkülerinde de aile her zaman dile getirilmiştir. Yazılı edebiyatımızın ilklerinden olan Kaşgarlı Mahmud’un Divanü Lugati’t-Türk adlı eseri ve Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig adlı eserinde Türk aile yapısının önemi ve değeri ile ilgili bölümler kaleme alınmıştır.
Tarih süreç içerisinde farklı bölgelere göç eden ve yerleşen Türklerin aile yaşantısı göç ettiği bölgelerde yaşayan farklı dini ve etnik unsura sahip yerel halkların da dikkatini çekmiş ve büyük saygı duyulmuş ve onlar için büyük örneklik teşkil etmiştir. Özellikle Türk ülkelerine gelen elçiler ve seyahatname yazarları başta olmak üzere Türk ailesi yabancıların ilgisine mazhar olmuş ve bu aile yapısı kişilerin eserlerinde uzun uzadıya anlatılmıştır. Yabancı ziyaretçiler Türk aile yapısı ile ilgili bilgileri kendi ülkelerine taşımış ve kendi toplumları için örnek teşkil etmeleri amaçlanmıştır.
7. ve 8. Yüzyıllardan itibaren Türklerin yerleşik yaşama geçmeye başlaması sonrasında Aile yapısı ile ilgili ufak değişiklikler meydana gelmiştir. Bu değişiklikler anne, baba ve çocuklar olmak üzere bireylerin sosyal statüsü, aile hukuku gibi gelenekler dışında çoğunlukla gündelik yaşam ile ilgili olmuştur. Türk boyları başta Anadolu toprakları üzerinde yerleşik yaşama geçmeye başlamasından sonra da aile ilgili ilgili kadim geleneklerini büyük ölçüde devam ettirmişlerdir.
Bu dönemde esas değişiklik göçebe toplumların yerleşik düzene geçmesi sonucu mahalleler ve evler inşa etmesi ile başlamıştır. Yerleşik hayatın kendine has gerekleri söz konusu olduğu için gündelik hayat muhtelif hususlarda yeniden şekillenmiş ve farklı bir karakter oluşturmuştur. Yerleşik yaşama geçmiş Türk ailesi tekrar biçimlenmiş şekli ile en zirve noktasını osmanlı döneminde yaşamıştır. Bu dönemde Türk ailesi yerleşik düzene tamamen adapte olmuş ve bir mahalle kültürü oluşturmuştur. Bilhassa batılı gözlemcileri dahi kıskandıracak konak ve saraylar inşa edilmiştir. Türk ve İslam geleneklerine göre bu evler tasarlanmıştır. Özellikle sosyal ve dini hassasiyetler başta olmak üzere belirli geleneksel formlar ile yeni evlere hayat verilmiştir. Ailelerin yaşadığı evler Osmanlı döneminde kendi özgün mimarisini oluşturmuş durumdaydı. Özellikle Müslüman, Musevî ve Hıristiyan fark etmeksizin ekseriyetle evlerin yapısı birbirine benzemekteydi. Özellikle Müslüman da olsa Hristiyan da olsa evlerin haremlik-selamlık bölümleri bulunmaktaydı. Evler bilhassa ailenin nüfus büyüklüğüne göre kileri, hamamı, tuvaletleri ve odaları başta olmak üzere şekillenmişti.
Osmanlı tarihi çerçevesinde dönemin aile yapısına bakıldığında kentte çocuklu ailelerin az köylerde ise daha fazla olduğu görülmektedir. Bunun en büyük sebebi de Osmanlı taşrasında hem ekonomik hem de askeri güç için kalabalık nüfus ve ailelere ihtiyaç olmasıdır. Bu dönem hukuk yapısı göz önüne getirildiğinde ise Osmanlı ailesinde çocuğun babanın velayeti ve hukuki denetimi altında yaşadığı görülecektir. Osmanlı dönemi aile içerisinde eğitim hususunda kırsal kesimde çocuklar ekonomik sebeplerden dolayı erken yaşlarda iş hayatına atılmış olsalar da başta kentte yaşayan aileler olmak üzere çocukların ilk eğitimi ailede verilir, terbiye edilir ve öğütlenirdi. Verilen ilk eğitimin temelini ise ekseriyetle dini eğitim oluşturmaktaydı. Dini eğitimin akabinde ise öncelikli olarak itaat ve terbiye eğitimi gelmekte idi. İlerleyen yüzyıllarda nüfusun artmasına rağmen aynı dönem batı toplumlarında olduğu gibi çocuklar Osmanlı toplumunda asla başı boş kalmamıştır. Sokağa ve kaderlerine asla terk edilme gibi bir durum söz konusu olmamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu kozmopolit yani çok uluslu bir devlet olduğu için çocukların erken yaşlardan itibaren eğitimi de bu hususlara göre şekillenmiştir. Müslüman çocuklar mahallede hocanın kontrolünde Sıbyan Mekteplerinde eğitim görürken, Musevî çocuklar Sinagog’da, Hristiyan çocuklar ise papazların eğitimine bırakılmıştır. Çocuklar bu yüzyıllar içerisinde her zaman değer ve itibar görmekteydi. Babası olmasa ailenin en büyüğü o da olmasa amcaları çocuklara bakmakla mükellefti. Öksüz ve yetim kalan, bakacak kimsesi olmayan çocuklara da devlet yardım etmekte idi. Özellikle devletin öksüz ve yetim çocuklara yönelik izlediği ve geliştirdiği politikaları mevcuttu.
Devlet başta ailelere olmak üzere gereken maddi yardımı sağlıyordu. Devlet, dul çocuklu kadın, ikiz veya üçüz doğuran aciz kadın ve aile başta olmak üzere yardıma muhtaç halka dini ve ırkı ne olursa olsun yardım maaşı bağlamaktaydı. Özellikle kimsesiz ve terk edilen çocuklar da durumu iyi olanların yanına verilerek aile sevgi ve himayesi kazanılmasına çalışılırdı.
Kadın ve erkeklerin günlük yaşamına gelecek olursak, Osmanlı özelinde denilebilir ki kadın ve erkekler aynı dönemde batı ülkelerinde yaşayan kadın ve erkekten daha az baskı altındaydı. Rahat ve özgürdü. kadınlar sosyal yaşamdan asla soyutlanmamıştı. Erkek ve kadınların ayrı eğlenceleri ve sosyal hayatları söz konusuydu. Her iki cins kendi eğlencelerini tertipler, hemcinsleri arasında eğlenirlerdi.
Ailelerin beslenme alışkanlıkları ve mutfak kültürleri oldukça zengin ve çeşitliydi. Kentli ve köylü nüfus arasında beslenme alışkanlıklarında ufak farklar olsa da esas itibarı ile Osmanlı mutfağı zengin bir imparatorluk mutfağıydı. Bu mutfağın zengin olmasında Osmanlı toplumunun çok uluslu olması esas sebeplerdendir. Her milletin kendine özgün yemek çeşitleri söz konusu olduğu için bu çeşitlilik çok uluslu Osmanlı imparatorluğuna zengin bir mutfak armağan etmiştir.
Ülkenin coğrafyası hayli geniş ve muhtelif iklim kuşaklarını bünyesinde barındırdığı için gıda ve beslenme hususunda ürün çeşitliliği çok fazlaydı. Bu sebeple Osmanlı ailesi birçok dünya ülkesine göre daha iyi beslenmekte idi. Ailelerin sofra ve mutfak adapları vardı. Yemeklerde israf ve aşırı tüketim asla tasvip edilmez ve hoş karşılanmazdı. Başta insanların giyim kuşamı olmak üzere, gündelik hayatlarında evleri dahi olsun lüks ve şatafat söz konusu değildi, asla tamahkarlık söz konusu olmamıştır.
19. yüzyıl ile birlikte kitle iletişimin hızla artması, modernizmin küresel bir ideolojiye dönüşmesi, Osmanlı devletinin askeri ve bürokratik kayıpları ile misyoner faaliyetlerin Osmanlı topraklarında nifak hareketlerinde bulunması gibi başlıca nedenlerden dolayı Osmanlı ailesi ve toplumsal yapısı büyük bir dönüşüm geçirmeye başladı.
Tanzimatan itibaren Batı hayranlığının ortaya çıkması ile birlikte Avrupa halkları gibi yaşama tutkusu bir hastalık gibi Osmnalı toplumunda hasıl oldu. Özellikle de eğitim için batı ülkelerine gidenlerin ana yurda döndüklerinde geldikleri yerlerde yaşadıkları zihniyet dönüşümünü Müslüman Türk toplumuna yansıtmaları sebebiyle hızlı bir toplumsal dönüşüm başlamıştır. Başta Batı merkezli düşünen Türk aydınları olmak üzere, en temelde aile yapımız dahi sorgulanmış ve alternatif modeller ve yaşamlar benimsetilmeye çalışılmıştır.
En nihayetinde binlerce yıllık bir tarihi tecrübenin sonucu olarak şekillenen, dini ve milli bir kimlik ile bezenmiş Türk aile yapısı inkıraza uğramış, kadim değerlerinden kopmuştur. Nitekim bugün dahi bu kopuşun yarattığı olumsuz sonuçların etkisi aile ve toplum yapımızda açık bir şekilde görülmektedir. Başta batılı seyyah ve bürokratların özendiği ve hayran kaldığı toplumsal yapımız bugün çok uzağında da olsak yaşanmış bir asr-ı saadet olarak tarihi geçmişimizde durmaktadır.
Bu yazı tarihçi Umut Güner tarafından kaleme alınmıştır.