Ahi Evren'in asıl adını, yukarıda zikrettiğimiz eserlere dayanarak tespit edebilmekteyiz. Çünkü Ahi Evren'in kendi eserlerinde genellikle adını anmadığı ve özellikle de adını gizli tutmak için çaba sarf ettiği görülmektedir. Ahi Evren kaleme aldığı eserlerinde adını vermek yerine kendisini "bu fakir", "bu zaif" gibi adlar ile anmıştır. Bunun en büyük sebebi ise kendisinin bir sufi öğretisi olan Melamet anlayışına mensubiyetinden kaynaklanmaktadır. Nitekim Melamilik'te kişinin başarılarını, iyiliklerini ve ismini gizli tutması esastır.
Ahi Evran’in ünü kendi döneminde çok büyüktü, bu nedenle de daha sonraki birkaç yüzyıl onun soyundan geldiklerini iddia edenler ahiler üzerinden denetim kurmaya çalışmışlardır. Daha sonraki yüzyıllarda varlığını sürdüren ahiler soylarını Ahi Evren’e dayandırmaya özen göstermişlerdir ve bu bir gelenek halini almıştır.
Hacı Bektaş-ı Velî'nin "Velayetname" adlı eserinde Ahi Evren'in fütüvvet ehlinin ulusu ve gayb erenlerinden olduğu ifade edilmekte ve onu aleme tanıtan kişinin Sadredin-i Konevî olduğu ifade edilmektedir. Bunun yanı sıra birçok kerâmeti olduğu söylenmektedir. Hacı Bektaş-ı Velî ile Ahi Evren'in dostlukları ve birbirlerine olan bağlılıkları da ifade edilmektedir.
Menkıbevî adı olarak kullanılan Ahi Evren'in aslında Evren veya Evran mı olduğu hususunda tartışmalar bulunmakta ve ihtilafa düşülmektedir. Klasik kaynaklarda esas itibarı ile "اوران" şeklinde ifade edilmektedir; fakat kelimenin dördüncü harfinin elif ile yazılması "Evran" olarak okunacağı anlamına gelmemektedir. Çünkü eski müellifler ince sesli kelimelerin sonlarındaki "e" sesini elif ile yazmaktadırlar. Evren kelimesinin "evirmek" fiilinin ism-i faili olan "eviren"den Evrene dönüştüğü ifade edilmektedir. Nitekim Türkçe'de yılana da evren denilmektedir. Türkçe'deki ses uyumu itibarı ile bu kelimenin Evren şeklinde telaffuz edilmesi daha doğru olacaktır. Nitekim “Aşıkpaşazade”nin eserinde ve "Dede Korkud Hikâyeleri"nde bu bu kelime Evren olarak geçmektedir. Malesef günümüzde yanlış bir kullanım olarak “Evran” tercih edilmektedir. Ülkemizde dahi bir üniversitemizin adı bu yanlış kullanımdan mülhem ahi evran olarak belirlenmiştir. Bu yanlıştan dönülmesi ve üniversitemizin isminin Ahi Evren olarak düzeltilmesi en büyük temennimizdir. Bu ismin geçtiği el yazması eserler doğru bir okuma ile incelendiğinde “Evren” olarak telaffuzu gayet sahih olacaktır.
Menkıbevi olan Evren adı üzerinde duracak olursak, bu ad Ahi Şecerename ve Ahi Fütüvvetnameleri'nde genel olarak yılan “Ejder” anlamında kullanılmaktadır. Bu husus özellikle bu eserlerde bir kaç rivayete dayandırılarak açıklanmaktadır. Birinci rivayet Ahi Evren'in Bedir Savaşı'na katıldığı ve düşmana yılan gibi saldırdığı için bizzat Hz. peygamber tarafından kendisine Evren yani yılan denilmiştir. Fakat bu rivayette Ahi Evren'in tarihi kişiliği ve yaşadığı dönem ile uyuşmamaktadır. İkinci rivayet ise Kayseri'de kurduğu debbağ atölyesi mahzeninde yılan beslediği için Evren şeklinde anıldığı ifade edilmektedir. Bu rivayet ise tarihi kişiliği ve mesleği ile uyuşmaktadır. Üçüncü rivayet ise Ahi Evren'in Kırşehir'e geldikten sonra burada halkın kendilerine bir yılanın musallat olduğunu ve korkularından işlerine gidemediklerini ifade etmeleri üzerine Ahi Evren'in bu yılanı kendisine muti kılması dolayısı ile Evren denilmiştir. Dördüncü ve son rivayette ise, Ahi Evren'in ölümü bir yılanın donuna girip, bir kayanın dibine girmek şeklinde olduğu ve türbesinin de bu kayanın üzerine inşaa edildiği rivayet edilmektedir. Muhtelif menkıbelerde de onun ejder donuna girdiği ifade edilmektedir. Bu rivayet ise esas itibarı ile tarihi hakikatı ifade etmemekte olup, mitolojik bir unsuru barındırmaktadır. Nitekim mitolojik olarak hayvan donuna girmenin eski bir Türk efsanesi olduğu bilinmektedir.
Evren adının yılanı ifade ettiği hususunda belirtmemiz gereken bir diğer nokta ise Ahi Evren'in yılanı ilaç yapımında kullanması ve piri olduğu debbağlık mesleğinde yılanın derisini kullanması nedeni ile Evren adı ile aldığıdır. Kendisine ait debbağ atölyesinin mahzeninde yılan beslemesi de bunun bir göstergesidir. Ayıca tarihi kaynaklarda Ahi Evren ve Hacı Bektaş-ı Velî'nin yılanı kırbaç olarak kullandığı ifade edilmektedir.
Gerçek adı Şeyh Nasırü'd-din Mahmud olan Ahi Evren’in “Evren” adını alması ile bir diğer hikayede şu şekildedir: Kayseri şehrinde, namert, kalbinde fitne ve kötülük dolu olan bir adam Kayseri Beyi’ne giderek: “Debbağhane’de yabancı bir adam günde çok fazla gelir elde etmektedir. Kanuna göre belirlenen vergiyi ödememekte bununla da kalmayıp ödememek içinde inat etmektedir” dedi. Kayseri Beyi’de bu ihbar üzerine görevlilerini Ahi Evren’i tutup getirmeleri için gönderdi. Görevliler debbağhaneye vardılar. Ahi’nin meskeninde gözleri ateşe benzeyen, her tarafa ışık kıvılcımları saçan bir evren “yılan/ejder” gördüler. Bu durumu gören görevliler Ahi’yi tutuklayamadan kaçarak canlarını zor bela kurtardılar. Bu olay üzerine şehirde bu velînin adı Ahi Evren olarak anılmaya başlandı.
Ahi Evran'in gençliğinde Horasan ve Maveraünnehir'e gittiği ve o yöredeki önemli üstadlardan dersler aldığı ifade edilmektedir. Özellikle büyük Eş'ari kelamcısı Fahreddin Razî'den yararlanmış ve onun talebesi olmuştur. İlerleyen süreçte Bağdad'a gelmiş ve Razî'nin talebesi Tacüd'd-Din muhammed el-Urmevi vasıtası ile Şeyh Evhadü'd-Din-i Kirmani ile de tanışmıştır. Bu üstadın vasıtası ile de Abbasi halifesi en-Nasr li-Dinillah'ın Fütüvvet teşkilatına girmiştir.
Devrin tanınmış hocaları ile olan bağları ve onlara öğrencilik yapması hasebiyle Ahi Evren, çok yönlü ilim ve fikir adamı olmuştur. Özellikle Tefsir, Kelam, Fıkıh, hadis ve Tasavvuf gibi dini ilimler yanında Felsefe ve Tıb alanında da kendini geliştirmiştir.
Bir ilim ve fikir adamı olan Ahi Evren, hocası Şeyh Evhadü'd-Din Hamid el-Kirmani ile birlikte Anadolu'ya gelmiş ve başta Kayseri olmak üzere, Konya ve Kırşehir gibi dönemin önemli şehirlerine yerleşmiş ve burada ilmi ve fikri çalışmalarını yürütmüştür. Ayrıca ilim ve fikir adamlığı yanında debbağlık mesleğinin piri olarak da ün salmıştır.
Ahi Evren 1205 yılında Kayseri'ye gelmiş ve buraya yerleşmiştir. Bir debbağ atölyesi kurmuş ve zamanla atölyenin büyümesi ile işçi ve ustaların çoğalması sonucunda Kayseri'de Debbağ Mahallesi diye bir mahalle kurmuştur. Kayseri'de bir debbağ atölyesi kurduğu Hacı Bektaş-ı Velî'nin Velayetname adlı eserinde de ifade edilmektedir. Keza Menakıb-i Evhadü'd-Din-i Kirmani'de Debbağlar mahallesinde bir zaviye ve mescid bulunduğu, gene burada Külhaduzlar adında bir mahalle olduğu ve mahallede bulunan bir evin kapısının birinin mescide diğerinin ise dışarıya açıldığı ifade edilmektedir. Bu evde ise Evhadü'd-Din Kirmani'nin ikamet etiği belirtilmektedir.
Kayınpederi ve hocası olan Evhadü'd-Din Kirmani ile birlikte Kayseri'ye yerleşen Ahi Evren'in burada Ahi Teşkilatını tekrardan özgün bir şekilde kurduğu bilinmektedir. Burada devletten himaye ve destek alarak, bir sanayi sitesi inşa etmişti. Ahi Evran'de bütün sanat dallarının ve debbağların piri olarak burada hizmet vermekteydi. Ayrıca bu sanayi çarşısında, Debbağ Mahallesi'nde bulunan bir cami ve hanıkahta Ahi Evren'in Ahi teşkilatı mensuplarına dini, fikri ve ilmi eğitim verdiği de bilinmektedir.
Ahi Evren ayrıca hocası Evhadü'd-Din Kirmani'nin kızı Fatma Hatun ile de evliydi. Fatma Hatun Bektaşiler arasında "Kadın Ana" ve "Kadıncuk Ana" olarak tanınmakta idi. Ahi Evren ayrıca Kayseri'de bulunduğu dönemlerde eşi Fatma Hatun aracılığı ile Bacıyan-ı Rum yani Anadolu Bacıları Teşkilatı'nı da kurmuşlardı.
Ahi Evren 1205 yılında Kayseri'ye geldiği zaman burada Ermeni, Rum, çok az sayıda da olsa Hristiyan Türkler'den oluşan yerli bir halk ve zamanla buraya göç eden Müslüman Türkler bulunmaktaydı. Kayseri'de bu dönemde siyasi istikrarsızlıklar olduğu gibi; aynı zamanda da etnik ve dini yönden yalnızlaştırılmış ve toplumsal alanda ikinci plana itilmiş bir müslüman Türk kitlesi söz konusuydu. Özellikle müslüman tüccarlar, yerli olan Rum ve Ermeni ticaret erbabı ile rekabet edemeyecek seviyedeydiler. Ahi Evren bu durum ile ilgili faaliyetlerde bulundu ve özellikle müslüman esnafı bir birlik altında toplamaya başlayıp, gayr-i müslüm ticaret ve san'at erbabı ile rekabet edebilecek seviyeye gelmelerini sağladı.
Örgütlenme işine ilk olarak debbağ, ayakkabıcı ve saraç esnafını bir araya getirerek başladı. Daha sonra Ahi Evren, 32 çeşit esnafın ve san'atkarların piri olarak kabul edildi. Kayseri sanayi çarşısında 32 çeşit esnaf oluşturuldu.
Ünü Anadolu sahasına yayılan Ahi Evren başta sullatların ve bürokratların dikkatini çekmiştir. Ahi Evren 1227 ve 1228 yıllarından sonra Sultan I. Alaü'd-Din Keykubat'ın isteği ile Konya'ya yerleşmiştir. Konya'ya gelen Ahi Evren burada hem san'atını icra ediyor hem de Hanikâh-ı Lala ve Hanikâh-ı Ziyâ'nın müderrisliğini yürütüyordu. Aynı zamanda etrafında birçok talebe bulunuyordu. Sultan'dan azami derece destek ve himaye gören Ahi Evren aynı zaman da sultan adına bazı eserler de kaleme almıştır.
Sultan I. Alaü'd-Din Keykubat'ın, oğlu II. Giyasü'd-Din Keyhüsrev tarafından bir suikast sonucu öldürülmesi ile birlikte tahta geçen yeni sultan, iktidarın aleyhinde olduklarını düşündüğü Ahi ve Türkmenleri cezalandırmaya kalkmıştır. Ahi Evren ile birlikte birçok Ahi ileri gelenleri bu süreçte tutuklanmışlardır. Elvan Çelebi'nin "Menakib'ül-kudsiyye" adlı eserinden bu tutuklananlar arasında Baba İlyas-ı Horasani'nin de bulunduğunu ve bazı müritlerinin öldürüldüğünü öğrenmekteyiz.
Nitekim bu dönemde Baycu Noyan komutasındaki Moğol ordusu Anadolu'ya girmiş ve Moğollar ile II. Giyasü'd-Din Keyhüsrev'in yaklaşık olarak 80 bin kişilik ordusu arasında Kösedağ Savaşı meydana gelmişti. selçuklu ordusu Moğol ordusu karşısında ağır bir yenilgiye uğramıştı. Savaşı kazanan Moğollar Anadolu'da ilerlemeye devam etmiş ve Kayseri'de şehri savunan Ahiler ile mücadele etmişlerdi. Şehri ele geçiren ve yakıp yıkan Moğol ordusu Kayseri'de bulunan birçok Ahi'yi ve Bacı teşkilatı mensubunu da katletmişti. Bu mücadelede Ahi Evren'in eşi Fatma Bacı'da Moğollar'a esir düşmüştü.
Sultan'ın ölümünden sonra saltanat naibliğine getirilen Celalü'd-Din Karatay tutuklanmış olan Ahi ve Türkmen ileri gelenlerini serbest bırakmıştır. Ahi Evren bu dönemde Denizli'ye gitmiş daha sonra Kırşehir'e yerleşmiştir. Mevlana'nın oğlu Aladü'din-i Çelebi'nin de bu dönemde Kırşehir'e gittiği bilinmektedir. Mevlana'nın hocası olan Kalenderî şeyhi Şems-i Tebrizi'de bu dönemde öldürülmüştür. Kayeri'de dağılan Ahi teşkilatı ve Ahiler Kırşehir'de tekrardan güçlenmeye çalışmış ve tekrardan organize olmaya başlamışlardır. Ahi Evren öldürülmesine kadar olan dönemde hayatının son 14 yılını Kırşehir'de geçirmiştir.
Ünlü Selçuklu veziri Calalü'd-din Karatay'ın şehzadelerin vekili olarak devleti yönetirken 1254 yılında aniden ölmesi üzerine, şehzadeler arasında taht kavgaları başladı. Böylece II. İzzü'd-din Keykavus ile IV. Kılıç Arslan arasında taht mücadelesi vukû buldu. Ahiler ve Türkmenler II. İzzü'd-din Keykavus'u destekliyor, IV. Kılıç Arslan ise Moğollar'dan destek alıyordu. Şehzadelerin arasını bulmak mümkün olmadı ve sonuç itibarı ile Hülagü Han duruma müdahele etti ve IV. Kılıç Arslan 1261 yılında tahta oturdu. Böylece II. İzzü'd-din Keykavus taraftarları olan kişiler ile bilrikte Ahiler takip ve gözetim altına alınmaya başladı. Nitekim bu yaşananlardan sonra Ahiler birçok şehir ve köyde isyan hareketi başlattılar. Devlet ile Ahiler ve Türkmenler arasında ciddi mücadeleler baş gösterdi. Nitekim bu mücadeleler sırasında devlet Ahileri takip altına alıyor, Ahiler'e ait iş yerleri ellerinden alınıyor, tekke, zaviye ve medreselerine el konuluyor ve Moğollara yakınlığı ile bilinen Kalenderi dervişler ile taraftarlarına veriliyordu. Birçok şehirde Ahiler katledildiler. Bu katledilenler arasında Ahiler'in lideri Ahi Evren'de bulunmaktaydı. Katliamlardan kaçan birçok Ahi, Bizans'a ve uç bölgelere doğru göç etmeye başladılar. Böylelikle Batı Anadolu’da ahiler toplandılar ve yeni birlikler oluşturmaya başladılar. Osmanoğulları’nın da bir beylik olarak tevarüs ettiği bu dönemde ahiler onların bünyesine katıldı ve faaliyet gösterdiler.
Ahi Evren teşkilatçılığı ve liderliği haricinde devrin ünlü âlimlerinden dersler almış, iyi bir eğitim görmüş bir âlimdir. Ahi Evren, Ahi teşkilatının kuruculuğu dışında devrinin önemli bir filozofu, fikir ve dava adamı olarak da karşımıza çıkmaktadır. Özellikle zaviye, tekke ve hanikahlarda müderrislik yapmış bir zaattır. Bir düşünür ve fikir adamı olarak birçok eser kaleme almış ve hatta birçok eserini döneminin hükümdarlarına sunmuştur.
Ahi Evren’in vefatından sonra Anadolu’nun birçok yerinde Ahi Evren adı ile tekke ve zaviyeler inşa edilmiştir. Vefatınından sonra ünü uzun yıllar yaşamaya devam etmiş, hatta Ahiler üzerinde otorite kurmak isteyen kişiler onun soyundan geldiklerini dâhi iddia etmişlerdir. Eserleri de başta Osmanlılar dönemi olmak üzere uzun yıllar okunmaya devam etmiştir.
Ahi Evren'in kaleme aldığı eserler, yaşadığı dönemde üzerinde bulunan baskılar ve daha sonraki süreçte Ahilere yönelik yürütülen yıpratma mücadeleleri ve katliamlar hasebiyle gün yüzüne pek fazla çıkamamıştır. Özellikle Ahi Evren ve Ahilere yöneltilen piskolojik baskılardan Ahi Evren'in eserleri de nasibini almıştır. Birçok eseri tahrif edilmiş veya künyesi değiştirilerek başka şahıslara ait miş gibi gösterilmeye çalışmıştır.
Ahi Evren başta ahilik olmak üzere inşa ettiği felsefi sistem ve muhtelif faaliyetleri ile medeniyet birikimimize çok büyük katkılar yapmıştır. Anadolu’nun Türk ve Müslüman yurdu haline gelmesinde şüphesiz çok büyük tesiri olmuştur. Ahilik teşkilatı ile Anadolu’da ticari faaliyetlerin yaygınlaşmasını sağlamıştır. Birçok şehre sanayi tesisleri inşa ettirmiştir. Bunların da dışında bir ilim adamı ve tasavvufi önder olarak ilim hayatının gelişmesine öncülük etmiş, birçok değerli ilim adamının yetişmesine vesile olmuştur. Kaleme aldığı eserler ile bilimsel faaliyetlere katkı sağlamıştır. Sayesinde ahilik sistemleşmiş, Anadolunun muhtelif yerlerine ahiler yayılmış ve siyasi, ekonomik ve sosyal hayatı canlandırmıştır. İlerleyen dönemlerde bir cihan devleti haline gelecek olan Osmanoğulları’nın kuruluşundan yükselişine kadar olan dönemde ahiler büyük katkılarda bulunmuşlardır.
Günümüzde Ahi Evren’in felsefesinden, girişimciliğinden ve yol göstericiliğinden çıkaracağımız çok büyük dersler vardır. Ahilik teşkilatının tarihteki misyonundan beslenerek modern dönemde sosyal ve ekonomik anlamda ihtiyacımız olan dinamizme rahatlıkla ulaşabiliriz. Ahilik her anlamda bizim geleceğimiz için bir ışık ve umuttur.
Bu yazı tarihçi umut güner tarafından kaleme alınmıştır.