İslam dininin temel kaynaklarından Buhârî’nin Sahîh’inde yer alan son derece güvenilir bir hadis, bize Hz. Peygamber’in bir rüyasından bahsetmektedir. Peygamber’in rüyası, ümmetin idealidir. Bir gün Peygamberimiz muhtemel ki Kâbe’nin yanı başında uykuya dalar. Üç melek gelir ve Allah Resûlü’nün kalbini açarlar. İslam tarihinde ve Hz. Peygamber’in hayatını konu edinen siretlerde buna şerhu’ssadr olayı adı verilir. Yani ilahî mesaja hazırlık olmak üzere Allah Resûlü’nün kalbinin temizlenmesi, gönlünün marifetullaha hazır hâle getirilmesi ve inşirâh bulmasıdır bu. Allah Resûlü’nün kalbi ve tüm damarları, altın bir kâse içindeki zemzem suyuyla yıkanır. Artık Resûlullah Miraç yolculuğuna hazırdır. Allah Resûlü bu seyahatinde büyük uygarlıklara gönderilen İdris, İbrahim, Musa, Harun ve İsa Peygamberleri bir bir geride bırakarak yedi kat göğü aşıp Sidretü’lMüntehâ’ya varır. Bir kulun varabileceği son noktaya. Hadiste geçen bir ara bilgi manidardır. Efendimiz Sidretü’lMüntehâ’da iki nehir görmüştür ve ona bunların yeryüzündeki iki nehrin izdüşümleri olduğu söylenmiştir. Bu nehirler, Nil ve Fırat’tır.
Nil sembolik olarak Mısır uygarlığına, Fırat ise Mezopotamya uygarlığına, yani insanlığın kurduğu iki büyük uygarlığa gönderme yapar gibidir. Zemzem ise yeni bir uygarlığı, İslam medeniyetini müjdelemektedir. Gerçekte Hacer’in ayaklarının dibinden sadece zemzem suyu değil, bir medeniyet fışkırmıştır. İslam medeniyeti böylece diğer büyük medeniyetlerin yanında insanın yeryüzü serüveninde başından beri elçilerle desteklenen tevhid inancı ile yoğrulmuş şekilde, varlık sahnesinde yerini alır.
Bu medeniyet, bilgi, ahlak ve erdem medeniyetidir. Buna göre, inanan insanın düsturu, Kur’an’ın ahlakı ile boyanmak, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) örnekliğinde hayatına yön vermek ve geçmişi hikmet, geleceği ilim bilmektir. İnsan ancak vahiy ile hayat bulabilir. İslam medeniyetinde şehir, insanın Allah’ı anmaktan uzak kalmak suretiyle yokluk anaforuna kapıldığı puslu ve karanlık havayı, bilgi, inanç ve erdem potasında kolektif şuura dönüştüren ahenkli bir yapıdır. Bu anlamda şehir sadece çelik konstrüksiyonlarla, beton duvarlarla ya da devasa gökdelen ve kulelerle yükselmez, merkezine aldığı zikrullah kavramı ile de irtifa kazanır. Bu yükselmeyle ne Bâbil’in kuleleri ne Firavun’un piramitleri ne de Hz. Peygamber’in ahir zamanda mantar gibi her yerden çıkacağını haber verdiği yüksek yapılar ve gökdelenler boy ölçüşebilir. İslam bir şehrin modernleşmesine ve mamur olmasına karşı değildir elbet... İslam dini tam tersine gelişmeyi destekler. Fakat o, gelişmenin, sırf kapital üzerine inşa edilmesinin yanlışlığını ifade eder. Binaların harcında aşk olmalı, burcunda merhamet bulunmalıdır. Bu bakımdan İslam’ın şehir algısı Allah’ı hatırdan çıkarmama ilkesi etrafında kurgulanmıştır. Nasıl Mekke, Kâbe’nin etrafında anlam bulmuşsa, Medine’nin kalbi Mescidi Nebevi ve Ravzai Mutahhara ise her şehrin böylesi bir manevi aksı, anlam ekseni ve çevresinde şekillendiği bir mihenk taşı olmalıdır.
Hz. Peygamber, “Minberimin basamakları, cennete götüren bir merdivendir.” derken aslında bir ılgın ağacından yapılmış sade bir minberi, fizik ve metafizik boyutları birbirine bağlayan sembolik bir figür yapmış ve şehrin odağı hâline getirmiştir. Bu anlamda içinde yaşadığımız şehirlerin odağı ne olmalıdır? Bunun cevabı Allah Resûlü’nün minberinde saklı olsa gerek. O minberden vahyin bilgisi, Kur’an ayetleri, ilim, marifet, hikmet, hayata dair ilkeler ve “İslam toplumunun sosyolojik derinliğini ve kültürünü ifade eden hadisi şerifler” yayılmaktaydı. Demek ki bir şehrin merkezinde vahyin aydınlık bilgisi, ilim, kültür ve bunların neticesi olan erdem bulunmalıdır. Bu ise, camileri, kütüphaneleri, okulları, kültür ve bilgiye dair sanat ve bilim yuvalarını şehrin minberi yapmak demektir. Zira Allah’ın varlığına götüren her türlü bilgi, etrafını aydınlatan bir ışıktır. Bu doğrultuda “Ve gerçek şu ki, biz Musa ile Harun’a, Allah’a karşı takva ve sorumluluk bilinci taşıyan kimseler için doğruyu eğriden ayırmaya yarayan bir ölçü, ışık saçan bir kaynak ve bir uyarıcı, hatırlatıcı (olarak vahyimizi) bahşettik.” şeklindeki “Hz. Musa vahyi”ne dair Kur’ani hüküm, tarihsel akış içinde vahyin bütününe irca edilebilir.
Şehrin yapısında aşk ve merhamet kadar bilgi de rol oynar. Aşk, ontolojik gerçekliği estetik bir bütünlük içinde muhayyileye sunar. Artık şehrin yapıları bu estetik anlayışla alelade bir yığın olmaktan çıkar, artık tüm binalar, taraçalı bir yapı modeli ile âdeta ellerini duaya kaldıran müminler gibidir. İslami şehir algısında yapıların diğerinin güneşini, ışığını ve rüzgârını engellememesi istenir. Başkalarından farklı olmak için daha yüksek yapılan binalar, kibrin bir tezahürü olarak düşünülür. Rahmet pınarından süzülmüş boyayla şehrin tuvaline son dokunuşlar yapılır. Şehrin muhtelif yerlerine sadaka taşları, kuş evleri, sebiller, kervansaraylar, aşhaneler ve şifahaneler yerleştirilir. Bütün bunların temelinde ise bilgi ve hikmet vardır.
Nebevi hayatı bize sunan eşsiz koleksiyon bu tabloyu doğrulayan sayısız örnek nakletmektedir. Gelin görün ki İslam coğrafyasının her yerinde hiçbir eksene oturtulamayan şehirler, şirazesi dağılmış Mushaf’ın cüzleri gibidir. Arap ülkelerinde aşvâiyyat adı ile; biz de gecekondu namında çarpık kentleşme, Hz. Peygamber’in idealize ettiği şehri çoğu zaman yalanlamaktadır. Zira aşk, rahmet ve bilgi, yerini karşıt bir kavramsal alana bırakmış gibidir. Oysaki bir şehrin siluetini, ancak bu üç şey çizebilirdi.
Bilgi, bir şehrin üzerinde yükseldiği en değerli şeydir. Bir tarafı vahye, diğer tarafı kâinattan elde edilen pozitif bilgiye bakar. Son tahlilde ikisinin de kaynağı Allah’tır. Hz. peygamber bir yer için ilimle meşgul olan insanları önemli görmüş, bu kaynağı beslemek için tedbirler almıştır. Allah Resûlü’nün, Medine’ye gelir gelmez ilk yaptığı işlerden biri, Suffa okulunu kurmak olmuştur. İlim olmadan yol alınamaz. Bu gerek sosyal bilimler, gerekse de fen bilimleri açısından böyledir. Dinî ilimler de sosyal bilimlerin önemli bir parçası, İslam’ın sahih ve müsellem bilgilerin öğrenilerek hayata aktarılmasını sağlayan sistematik bir yapıdır. Allah Resûlü, bir bütün hâlinde bilginin değerini ortaya koymakta ve öğrenmeye teşvik etmektedir. Suffa okulunda yatılı kalan öğrencilerin iaşelerini de karşılamaya çalışan Allah Resûlü, İslam tarihinde ilk üniversitenin de temellerini atmıştır.
“Her kim ilim talep ettiği bir yola girerse Allah onun için cennete giden yolu kolaylaştırır. Melekler ilim öğrenenlere, bu gayretlerinden memnun olmaları nedeniyle kanatlarını gererler. Göklerde ve yerde olanlar, ilim talibi bu öğrencilere mağfiret edilmesi için dua ederler. Hatta sudaki balıklar bile bu niyaza ortak olur. İlimle meşgul olanın ibadetle meşgul olana üstünlüğü, ayın, [parlaklıkta] tüm yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler, peygamberlerin varisleridirler. Peygamberler miras olarak ne altın para ne gümüş para bırakırlar. Onların miras olarak bıraktıkları şey ilimdir. Her kim bu ilmi elde ederse ona dört başı mamur bir şey nasip ve müyesser olmuş demektir.”139 Ecdadımız Bağdat’ta Nizamiye Medresesini kurarken, Nişabur’da, Herât’ta ve Belh’te seçkin üniversiteleri açarken, Anadolu’da ilk medrese Yağıbasan Medresesini, bilahare İznik Medresesini, sonrasında Sahnı Semân ve ve Süleymaniye Medreselerini inşa ederken hep bu yüksek gayeyle hareket etmişler, meleklerin, yollarına kanatlarını gerdikleri ilim talibi öğrenciler, aynı aşkla buralarda okumuşlardır. Şehrin siluetinde yükselen üniversiteler geçmişimiz, bugünümüz ve geleceğimizdir.
Sahabenin ileri gelenleri, insanların toplumun meseleleri karşısında duyarlı olmasını beklemişler ve ilim ehli insanların toplumun yararına bilgi üretmesinin önemli olduğunu düşünmüşlerdir. Abdurrahman b. Avf, hac dönüşünde Hz. Ömer’e konuşmasını Mina’da değil, Medine şehrine girdikten sonra yapmasını tavsiye eder. “Çünkü” der, “Hac nedeniyle Mina’da eğitimsiz kalabalıklar toplanır.” Oysa Hz. Ömer’in hicret ve sünnet yurdu olan Medine’de yapacağı bir konuşma, fıkıh ve ilim ehline, istişare edilecek konularda görüş belirtebilecek seçkin insanlara hitap edecektir. Hz. Ömer de “Zaten öyle yapacağım, endişelenme.” diye cevap verir. Bu bakımdan sahabeye göre şehir hayatına katkıda bulunacak insanların, Medine’den ayrılması bir kusur olarak görülmüştür. Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra Medine’yi terk ederek, kırsal bir bölge olan Rebeze’ye yerleşen Seleme b. Akva’ya yönelik eleştiriler bu kabildendir. Seleme kendisini, Hz. Peygamber’den çölde yaşamak konusunda özel bir izin almış olmakla savunur.
Şehir bilginin, hikmetin ve irfanın harmanlandığı yer olduğu kadar aynı zamanda dayanışma yeridir. Medineliler, her hasat döneminde turfanda olan ilk meyveyi Allah Resûlü’ne getirirler, Allah Resûlü de “Allah’ım meyvelerimizi bereketlendir, Medine’de bize bolluk ver, ölçü ve tartımızı bize bereketli kıl.” diye dua ederdi. Sonra da orada bulunan en küçük çocuğa bu meyveyi vererek bir şenlik havası oluştururdu. Görüldüğü üzere Peygamber Efendimiz, kolektif şuura çok önem vermektedir. Şehrin üretime topyekûn katılması, ahalinin bu başarıyı hep beraber dualar eşliğinde kutlaması, aidiyete ve paylaşıma dayalı şehir kültürünün oluşması, sosyal birliğin ve dayanışmanın temellerinin atılması için önemlidir.
Allah Resûlü gayrimüslimlerin hak ve yükümlülükleri konusunda da oldukça dikkatli davranmış ve “Bilesiniz ki! Kim bir gayrimüslim vatandaşa haksızlık ederse, onun hakkını eksik verirse, ona gücünün üstünde şeyler yüklerse veya gönülsüz olarak ondan bir şey alırsa, ben kıyamet gününde o kişinin hasmıyım.” buyurmuştur. Hz. Peygamber Medine’ye hicretinin hemen ardından “Medine Vesikası” adı verilen bir tür insan hakları sözleşmesini ilan ederek, Müslümanların, Hıristiyan, Yahudi ve müşriklerle barış içinde yaşamasını temine yönelik tedbirler almıştır. Müslümanlar arasındaki kardeşliği perçinlemek için ise tarihe “Muâhât Antlaşması” diye geçen ve Mekke’den Medine’ye hicret eden muhacirler ile Mekke’nin yerlisi ensar arasında kardeşlik hukukuna dayalı bir bağ kurmuş, ensar, Mekke’de malını mülkünü bırakan muhacirlere karşı sorumluluklarını yerine getirmekten çekinmemiştir. Allah Resûlü Medine’de birlikte yaşama tecrübesinin en güzel örneklerini vermiş, ötekileştirme ve marjinalleştirme gibi günümüz toplumlarının çabucak içine düştükleri tutumu alaşağı etmek için didinmiştir.
İslam, Cahiliye Dönemi’nin kavmiyetçi kibrini ve atalarla övünme âdetini kaldırdığını gür bir sedayla ilan etmiş, insanların aynı atadan ve bu atanın ise topraktan yaratıldığını ifade etmek suretiyle sınıfsız ve eşit bir toplum önerisinde bulunmuştur. Hz. Peygamber, kendi soyu sopu, kabilesi ve etnisitesini ihtilaf ve anarşi vesilesi yapanların ve aynı milletin fertleri ve bir tek ümmetin mensupları olduklarını unutanların, bu ayrıştırıcı tavırları ile cehennem kömürü olmaya mahkûm olduklarını haber vermektedir. Dahası Efendimiz, bu gibi kişilerin hâlini burnuyla dışkı yuvarlayan mayıs böceğine benzetmektedir. Aynı memleketi paylaşanlar tefrika ve ayrılık peşinde değil, dayanışma içerisinde hareket ederler.
Allah, Kur’anı Kerim’de “...İyilik ve takva üzere yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın...”146 demektedir. İnsanların birtakım farklılıkları ihtilaf konusu olmamalıdır. Nihayetinde Hz. Peygamber’in uyardığı gibi “Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, ancak kalplerinize ve amellerinize bakar.”
Dinimiz, müminlerin bir binanın tuğlaları gibi birbirine kenetlenmesini istenmektedir. Allah Resûlü müminlerin şehirde söz sahibi ve saygın insanlar olmaları için tedbirler almış, Medine’de bir pazar da inşa etmiştir. Buna mukabil o, kutsal beldede stokçuluk ve karaborsacılığın her türlüsü ile mücadele vermiştir. Faiz ve tefeciliği de ayakları altına almıştır. Allah Resûlü, Medine’de belli bir iskân politikası da gütmüştür. Benû Selime’nin Allah Resûlü’ne daha yakın olmak için Mescidi Nebevi’nin yanına taşınma arzusunu, şehrin belli yerlerinin ıssızlaşması endişesiyle kabul etmemiştir. Bu kararın ne kadar isabetli olduğunu “Biz onların ayak izlerini kaydediyoruz.” ayeti tasdik etmiştir.
Kutlu Nebi nezaket ve saygı kuralları üstünde de çok durmuştur, “Şeytan bu topraklarda kendisine tapınılmasından umudunu kesti. Fakat o birbirinizi rencide edecek [nezaketsiz] davranışlarınızdan hâlâ haz alıyor.” demek suretiyle inananları uyarmıştır. Büyük şehirlerde, apartmanlardaki selamsız, sabahsız komşuluklar, iş yerlerinde aynı mekânı paylaşanların birbirlerine teğet geçen hayatları, bir sinerji yakalamak bir tarafa, negatif bir enerji üretmenin, sosyal çevremizi kaosa sürüklemenin ve verimsizleştirmenin bir ifadesidir. Bir güler yüzün sadaka olduğu dinimizde bu tür davranışları nereye oturtabiliriz? Bunların, dinin o naif ve sıcak yönü ile bağdaşacak bir yanı olduğu söylenemez. Üstelik “Acılar paylaştıkça azalır, sevinçler ise paylaştıkça çoğalır.” şeklindeki toplumsal kuralın gerçekliğine inat, cenaze merasimlerinde insanların üzüntülerine ortak olmamak, sevinçli günlerinde ise onları tebrik etmemek ya da hasta ziyaretlerini çok görmek, dinimizin bize yüklediği sorumlulukla bağdaşamaz.