Ne olursa olsun hatırlanan ve özlenen, toprağı şehit kanıyla sulanmış, her bucağında bir evliya türbesi olan Anadolu’dur aslında. Anne kucağı kadar sıcak yurt... Babanın yüreği kadar sevgi dolu belde...Sokaklarında ip atlayan, saçları örük örük minik kızları kadar saf ve temiz coğrafya...
Her bucağında manevi bir yükselişe kapıldığımız, Levnî’nin boyalara ve Lâmiî’nin mısralara, Dede Efendi’nin ve Itrî’nin musikiye dokunuşlarıyla örülmüş güzel ülke... Elleri kınalı Eliflerin, kirmenlerde eğirdikleri yünlerin saflığı kadar saf, Ayşelerin dokudukları el işi çevreleri ve göz nuru kanaviçeleri kadar naif ve ince memleket... Aynalı, bindallı kilimleri kadar zengin kültür mozaiği...
İşgal altında olmasını bir türlü içine sindiremeyen İstiklal Şairi Mehmet Akif’e,
Eşin var âşiyanın var, baharın var ki beklerdin;
Kıyametler koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin?
O zümrüt tahta kondun, bir semavi saltanat kurdun;
Cihanın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun.
Mısralarını söyleten aziz memleket... Gazi Mustafa Kemal’e “Geldikleri gibi giderler.” kararlılığını veren vatan...
Bazen tarih, 19 Mayıs olur, bazen 30 Ağustos, bazense 15 Temmuz... Ama her hâlükârda vatana uzanan el mutlaka kırılır. Türk milletinin vatan sevgisi, sadece hamasi bir duyguya indirgenemez... Bu milletin değerlerinde vatan, ezanla, bayrakla, toprakla, ahlakla, ilimle ve şehadetle birdir. Bu anlayışı veren ise dindir.
Mevlana düşüncesi ve Fars dili konusunda uzman olan Prof. Dr. Adnan Karaismailoğlu, Anadolu’da kullanılan “vatan etmek” denilen bir kavramdan bahsetmektedir bize: “Vatan etmek, Trabzon, Halman’da bahar aylarında bir iştir. Bahar aylarında bahçeyi, fındıklığı, hatta ormanı temizleyip dikenden, ifteriden arındırmak vatan etmektir. Erkek, kadın; genç, ihtiyar ve de çocuklar toprağı, vatan etmeye gider, bahar aylarında.” Hatırattan anlıyoruz ki vatan etmek sadece toprağı ayrık otlarından temizlemek değil, insanların Allah’a olan inançları ve vatan sevgisi ile gönülden dayanışması ve iyilik üzere yardımlaşmasıdır, vatan çocukların baharı olsun diye...
Vatan, özlemi çekilen hasret duyulan yerdir. İnsanın vatanından hasret kalması, vatan özlemi, sıla hasreti ıstıraptır. Allah Resûlü putperestlerin elindeki Mekke’den Medine’ye hicret etmiş ve daima Mekke’ye olan özlemini yüreğinin en derininde hissetmiştir. Elbette bu özlem, orada bulunan Beytullah’a, Hz. İbrahim’in makamına duyulan bir özlem olduğu kadar, Hatice validemizle ve dostlarla yaşanan hatıralara ve geride bırakılan yurda duyulan bir özlemdir aynı zamanda...
Sahabe efendilerimiz de aynı özlem içindedir. Hicret yurdu Medine’de Mekke’nin hasretiyle yanan Bilal’in dudaklarından dökülen dizeler, vatan hasretinin boyutunu gözler önüne serer:
Ah ne olur! Bir gece bile olsa Mekke’de bulunsam,
Sümbüller ve yavşanlarla bezeli bir dere kenarında uykuya dalsam...
Kişinin vatanından ayrı kalması en büyük imtihanlardan biridir. Bundan dolayı Yüce Allah, “Onlar başka bir sebepten değil, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır.’ dedikleri için haksız yere vatanlarından çıkarılmış kimselerdir.” buyurarak, hicretle yoğurdukları vatan hasretine düşmüş olan ilk muhacirleri övmüştür. Allah Resûlü hicret ettiği Medine’yi de benimseyerek onu bir medeniyet merkezi hâline getirmeye çalışmış, Mekke gibi orayı da vatan bilmiştir. Allah Resûlü’nün bir defa uzaktan Medine’nin evleri görüldüğünde şehre bir an evvel varmak için atını sürmesi, bir sefer dönüşü, Medine ufukta uzanırken, Hz. Peygamber’in dudaklarından “Aziz ve güzel belde!” sözünün dökülüşü, onun sılaya duyduğu hasretin ifadesidir.
Vatan için mücadele edilir, yeri geldiğinde can bile verilir. Vatan uğrunda canlarını veren ya da gazi olan birçok kişi, bu hâlleriyle bizim de vakti gelince aynı şeyi yapacağımıza şehadet ederler. Gazilerimiz ise “Onlar yaralandıktan sonra Allah’ın ve Peygamberi’nin davetine uyan kimselerdir. Onlardan güzel davranıp iyilik edenlere ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlara büyük bir mükâfat vardır.” ilahî fermanının müjdesine eren kutlu kişilerdir. Allah Resûlü’nün dilinde gaziler, “Allah’ın elçileri” olarak anılmışlardır. Vatan yolunda gaza Allah’ın elçisi olmaktır. Gazileri böylesi payelere ve ödüllere layık kılan, onların, canları pahasına vatan ve mukaddesatlarını savunmalarıdır. Aslında gazilerin her biri şehitlik makamına talip olmuş, şehadetin kıyısından dönmüş kişilerdir. Onlar Allah Resûlü’nün “Kim gerçekten samimi bir şekilde şehit olmayı isterse Allah o kimseyi yatağında bile ölse şehitlerin derecesine ulaştırır.” dediği vatan evlatlarıdır.
Hz. peygamber savaş teçhizatı konusunda gazi ve askerleri destekleyenler ve onların geride bıraktığı ailelerine göz kulak olanların gaziler kadar sevap kazanacağını haber vermiş, milletimiz her devirde vatan ve mukaddesatı için savaşan Mehmetçiği, asayişimizi temin eden polisimizi bu nebevi müjdeyle desteklemiştir. Allah Resûlü, gazilerin desteklenmesini istediği bir diğer hadisinde “Kim bir gaziye kol kanat gererse, Allah da onu kıyamette (manevi gölgesinde) gölgelendirir.” buyurmuştur. Peygamber Efendimiz, “Bir gaziyi uğurlayıp onun ardından kalan eşyaya bir sabah veya akşam göz kulak olmam, bana tüm dünya ve dünyadakilerden daha sevimlidir.” derken, bizlere, gazi ve şehitlerimize ve onların yakınlarına sahip çıkmamız gerektiğini hatırlatmaktadır.
Gaziler fethin anahtarları gönül erleri, bir toprağı vatan kılan yiğitler ve Allah elçileridir. Onların geride bıraktıkları ise en kutsal emanet... Vatan kavramı, gazi ve şehit kavramlarından ayrı düşünülemez. Bu manada şu olay tarihten çarpıcı bir ibret levhasıdır: “Hz. Ömer ile beraber çarşıda yürüyorduk. Genç bir kadın, Hz. Ömer’e yetişti. ‘Ey Müminlerin Emiri! Kocam, ardında küçük çocuklar bırakarak öldü. Vallahi bir çorba bile pişiremiyoruz. Bu zavallı yetimlerin ne tarlası var ne bir hayvanı. Onların sırtlanlara yem olmasından korkuyorum. Ben Hufâf b. İmâ’nın kızıyım. Hani Peygamber Efendimizle Hudeybiye’ye katılan Hufâf...’ dedi.
Hz. Ömer, (kadın konuşurken, saygıyla) yürümeden onun yanında dikildi. (Kadının sözü bitince, kadını teskin etmek için) ‘Merhaba akrabamıza!’ dedi. Bu konuşmadan kısa bir süre sonra Hz. Ömer evde bağlı bulunan bir deveyi hazırladı. gıda maddesiyle doldurduğu iki çuvalı deveye yükledi. Çuvalları arasına başka öteberi ve elbise de koydu. Sonra deveyi yularından tutup kadına götürdü. ‘Buradaki yiyecekleri yiyin. Bunlar tükenmeden Allah size muhakkak yeni bir kapı açacaktır.’ dedi. Orada bulunan bir adam atıldı: ‘Ey Ömer! Ona çok vermiş olmadın mı?’ Hz. Ömer, ‘Annen seni doğurmaz olaydı! Bu kadının babası ve kardeşi var ya, ben gözlerimle gördüm, vaktiyle bir kale kuşatıldığında o kalenin fethedilmesini sağlayan onlardır. O gün bu ikisinin ganimetlerinden yararlanmıştık.’ diye ona çıkıştı.” Şehitlerin ardında bıraktıkları eş ve çocuklarına, gazi ailelerine verilen destek böylesi bir vefadır. Hz. Peygamber’in omuzlarımıza yüklediği bir sorumluluktur.
Şehitlik ve şahitlik birbirine benzer iki kelime... Hz. Peygamber, bizzat şehide şahitlik edeceğini söylemiştir. Şehadet ve diğer bir deyişle şehitlik, insanın canıyla Rabbinin birliğine tanık olmasıdır, Hz. Peygamber’in tanıklığına erişmiş olmaktır, Allah yolunda canını veren şehitlerin peygamberlerle beraber olduklarına tanık olmaktır. Allah Resûlü “Ben şahidim diyordu. Ben bu adamın şehadetine, şehit olduğuna tanıklık ediyorum...” Hz. Peygamber’in tanıklığına mazhar olmaktı, şehitlik....Allah Resûlü hırkasını kefen yapıyordu şehide...
Şehitlik farklı bir makamdır. Bu makama gıpta ile bakılır. Bizzat Hz. Peygamber şehitliğin değerini vurgulamak üzere “Ben Allah yolunda savaşıp öldürülmeyi, sonra diriltilip öldürülmeyi, sonra diriltilip öldürülmeyi, sonra diriltilmeyi ne kadar isterdim!” demiştir.
Şehit ve cennet birbirine yakın iki kelime... Şehitleri değerli kılan, Rabbin rızasını kazanmak ve kutsal bildikleri değerleri korumak için vatan toprağını aziz ve mukaddes bilerek canlarından vazgeçmiş olmalarıdır. Onlar canlarını vererek bu dünyadan bedenen göçmüş olabilirler, fakat ruh ve bedenden oluşmuş varlıkları ötelerde Allah’ın arşının gölgesinde mutluluk içindedir. Allah Resûlü şehidin üstünlüğünü şu hadisiyle anlatır: “Yenilgiye bile uğrayacağını bilse (vatan savunmasından kaçmanın) vebalini düşünerek düşmanla kanının son damlasına kadar savaşan kimseyi Allah çok beğenir ve meleklerine ‘Bakın şu kuluma... Katımdaki ödüle erişmek ve azabımdan kaçınmak için (düşman püskürtse de) geri döndü. Bu uğurda onun kanı döküldü.”
Kur’anı Kerim şehitler hakkında “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rableri katında Allah’ın lütuf ve bağışlamasından kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak rızıklara erişmektedirler....”
müjdesini verirken, aynı zamanda kulaklarımıza şehadetin yüksek bir makam olduğunu fısıldamaktadır. Bu ilahî bir müjdedir. Bu müjdeye, tarihin pek çok dönemecinde Enes bin Nadr’lar, Hz. Hamzalar, Ulubatlı Hasanlar, nice Mehmetler, nice Ayşeler erişmişlerdir. Bazıları şehitlere tanınan ayrıcalığı anlamakta güçlük çekmişlerdir. Bir kişi “Ey Allah’ın Resûlü! Şehitlerden başka herkesin kabirde sorguya çekileceğini söylüyorsun. (Onların farkı nedir?)” diye sormuş, Hz. Peygamber “Şehidin başı üstündeki kılıçların parıltısından daha büyük bir sınav var mı ki?” diyerek bu soruya anlamlı bir soru ile cevap vermiştir. Şehitlik bir insanın yapacağı fedakârlığın en uç noktasını ifade eder. Şehitlik, verecek bir tek canı kaldığında onu da seve seve verenlerin harcıdır. Bi’ru Maûne Savaşı’nda mızrakla vurulduğunda, şehit olmadan az önce Haram bin Milhân’ın söylediği “Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki, ben kazandım!” nidası hâlâ gür bir seda olarak kulaklarımızda yankılanmaktadır. Böyle olmasaydı ne Çanakkale, Çanakkale olur, ne Erzurum tabyalarında Nene Hatun abideleşir, ne Kurtuluş Savaşı zaferle neticelenirdi. Maraş’ı ve Kazan’ı kahraman, Urfa’yı şanlı, Antep’i gazi yapan bu ruhtur.
Kuşkusuz, vatan bizden gaza ve şehadet dışında başka hizmetleri de beklemektedir. Vatan, Yusuf’un (a.s.) gömleğinin, onun hasretiyle yanıp tutuşan Yakup Peygamber’in perdelenmiş gözlerini açması gibi buram buram kokusuyla yurtseverlerin gözlerini açar. Şu kadar var ki vatan sevgisi sadece sözle ifade edilecek bir şey olmayıp fiilî olarak insan davranışlarına yansımalıdır. Vatan sevgisinin tezahürleri arasında, yurdunu yükseltmek için çalışmak, herkesi kucaklamak, vatanın taşını ve toprağını bile aziz bilmek vardır.
Allah Resûlü’nün hicretten sonra Medine’de yaptığı uygulamalar bize bir vatan için ne yapılması gerektiğinin ipuçlarını vermektedir. Allah Resûlü, vaktiyle “Bana, diğer şehirleri silip süpürecek olan şehre hicret emri verildi. Oraya Yesrib diyorlar, hâlbuki o bir medeniyet merkezidir.” demiş, yaşanan beldenin öncelikle bir medeniyet merkezi olarak algılanmasını istemiştir. Medeniyetin olmadığı bir coğrafyanın vatan payesini elde etmesi düşünülemez. Ayrıca Allah Resûlü yaşadığı beldede ahlaki değerlerin ayakta tutulması ve bunun doğal bir model hâline getirilmesi için çaba sarf etmiştir. Onun bu anlamda hicret sonrası söylediği şu söz manidardır: “Bu şehir demirci körüğünün, demirin pasını, pisini attığı gibi kötüleri bir bir dışarıya atar.” Peygamber Efendimiz Medine’de kötü unsurların kendiliğinden ayıklandığı, ahlak temeline dayalı bir şehir kültürü inşa etmeye çalışmıştır. Bizlere düşen kendi vatanımızda aynı ahlaki duyarlılığı tesis etmektir. Evimizde, işimizde, çarşıda, pazarda ve trafikte, şiddet, nezaketsizlik, hak ihlalleri gibi hususlar Peygamberimizin onaylayacağı şeyler değildir. Yurdun kurdu ve kuşu bile vatan sevgisi ile koruma altındadır.
Allah Resûlü’nün önem verdiği şeylerin başında eğitim gelmektedir. Varlığımızın sebeplerinden olan vatanımıza duyduğumuz sevginin en önemli tezahür ve yansımalarından olan eğitimi, ihmal etmememiz gerekmektedir. Allah Resûlü’nün Medine’ye geldikten sonra ilk yaptığı işlerden biri Suffa adı verilen okulu kurarak insanları eğitmek olmuştur.
Peygamberimiz ahaliye bir beldenin nimetine olduğu kadar, mihnet ve sıkıntısına da beraberce katlanılması gerektiğini hatırlatmaktadır. Vatan sadece nimetlerinden istifade edilen bir yer değil gerektiğinde sıkıntılarına da beraberce katlanılan bir yerdir. Bu noktada insanların maneviyatının ve morallerinin yüksek tutulması önemlidir. Allah Resûlü “Size zarar vermek isteyenler, tuzun suda eridiği gibi yok olur.” diyerek moral vermiştir insanlara... Peygamber Efendimiz “Bütün ensarın yurtlarında, mahallelerinde hayır vardır.” diyerek yaşadığı beldeyi birbirine kenetlemiştir. Dolayısıyla bir memleketin bekası için millî birlik ve aynı kutsal değerlerin etrafında toplanmak büyük önem ifade etmektedir.
Vatan, varlığımızın teminatı olan toprak parçasıdır. O doğduğumuz ve doyduğumuz bir yerdir. Elbette inanan insan, “Allah’ın arzı geniştir...”130 ilahî hükmü çerçevesinde gerektiğinde dünyaya açılmalı, dünya ölçeğinde iş görebilmeli ve evrensel bir ufka sahip olmalıdır. Buna mukabil her hâlükârda Mevlana’nın pergel metaforu ile anlatmak gerekirsekişinin ayağını sağlam şekilde basacağı yer kendi vatanıdır. Kur’an bize vatanın insan için nasıl bir güvence olduğunu şöyle anlatır: “Hatırlayın, siz yeryüzünde güçsüz ve zayıftınız. İnsanların sizi kapıp götürmesinden korkuyordunuz. Derken Allah size vatan verdi, yardımı ile destekledi ve size temiz gıdalardan rızıklar ihsan etti. Artık herhâlde şükredersiniz.”131 Vatanımız olduğu için şükürler olsun.