Cevaba önce akıldan başlayalım. Aklın ne olduğuna dair kafamızda net bir cevap var mı? Söz gelimi akıl, zekâ gücü mü yoksa zihin kapasitesi midir? Açacak olursak, akıl bir şeyi hemen kavramak mıdır, yoksa öğrenilen bilgiyi unutmadan zihinde tutmak mıdır?
Kafam karıştı doğrusu!
Zaten meselenin kendisi karışık. Günümüzde genellikle akıl, zekâ ile eş tutulur ve çok zeki insanların çok akıllı olduğu kabul edilir. Zekâ ise, en açık olarak kişinin kendi alanındaki problemlere çözüm getirebilme gücü olarak tanımlanır. Problemi çözme, ancak derinliğine kavrama ve kavradığını kalıcı kılmakla mümkün olur. Bu durumda işin içine öğrendiklerimizin depolandığı yer olan zihin girer.
Peki akıl bütün bunları bağımsız mı gerçekleştirir? Yani hiçbir yerden destek almaz mı?
Çocuğun gelişimine bakarak bu soruya cevap verebiliriz. Çocuk doğduğu andan itibaren herhangi bir kusuru yoksa akıllı bir varlıktır. Onun ilk öğrenim deneyimi, göz ve kulağa dayanır. Yani gördüğünü ve duyduğunu taklitle işe başlar. Söylenen şeyler ona bir anlam ifade etmez, akıl yürütme kabiliyeti de yok gibidir. Zaman içinde zihin kabiliyetinin gelişmesiyle canını çok yakan şeyleri hatırında tutabilir. O şeyin niçin canını yaktığına dair bir fikri yoktur. Çünkü karşılaştırma yapma gücü henüz gelişmemiştir. Karşılaştırma ve ayırt etme gücünün gelişmesiyle çocuk aklını kullanma safhasına ulaşır. Ama bu döneme kadar zihninde duyma ve görme sonucu, taklit yollu da olsa, epey bir materyal birikir. Karşılaştırma ve ayırt etmeyi bunlar üzerinden yapar. Yetersiz kaldığı nokta da çevresindekilerden bilgi almaya yönelir. İşte bu noktada eskilerin haber bilgisi dediği dış kaynak devreye girmiş olur.
Öyleyse aklın tek başına işlev görmesi söz konusu değil.
Tabii ki öyle! Çünkü akıl, karşılaştırma ve ayırt etme yöntemiyle çalışır. Buna eskiler kıyas ve temyiz adını vermişlerdir. Bu iki işlemi yapabilmek için zihinde birikmiş malzeme olması gerekir. İnsanın öğrenme ihtiyacını doğuran sebep de tam olarak budur. Öğrenme yoluyla insanoğlu zihninde malzeme toplar ve sonra onları karşılaştırmaya ve ayırt etme işlemine tabi tutarak yeni bilgilere ulaşır. Bu bilgilerle geleceğe yönelik planlamalar yapar.
Öyleyse akıl olmadan hayatı sürdürmek mümkün değil!
Kesinlikle öyledir. Bu yüzden Allah insanları akıllı yaratmış ve akıllı olanlara hitap etmiştir. Ancak bütün bilgilerden soyutlanmış aklın, bir işlev görmesi de söz konusu değildir. Öyleyse akıl, hangi bilgiyle donatıldıysa ona göre işleyen bir mekanizmadır. Eğer kişi zihnine topladığı bilgiyi geliştirmez ve çeşitlendirmezse tek düze ve kısır bir düşünme içine hapsolur.
Konuya İslam açısından baktığımızda nasıl anlamalıyız?
Hz. Âdem yaratıldıktan sonra ona isimler öğretiliyor. Bunun bir anlamı onun zihnine bilgi yükleniyor, ikinci anlamı ise çevresini tanıma noktasında isimlendirme kabiliyeti veriliyor. Çünkü Hz. Âdem ilk insan olduğu için görerek ve duyarak etrafından bilgi alma imkânı yoktu. Sonraki insanlar için artık hemcinslerinden oluşan bir çevre vardı ve bilgiyi onlardan alması mümkündü. Öyleyse her insana bilgiyi işleme kapasitesi olan akıl verilir. Burada tek düze bir akıldan söz etmek mümkün değil. Eğer akıllar tek düze olsaydı, insanlar arasında meslek ve meşrep bakımından farklılığın oluşması ve toplum içinde iş bölümünün oluşturulması imkânsız olurdu.
İlk sorumuza dönsek. Sanki konudan uzaklaşıyoruz hocam.
Uzaklaşmıyoruz aksine konuya yaklaşıyoruz. Ne demiştik, insan dışardan bilgi almaya muhtaç bir varlıktır. Öğrenim ihtiyacı da bundan doğmaktadır. Dışarıdan hiçbir bilgi desteği almayan bir insanın hayatını sürdürmesi imkânsız. Bu, hayvanlar için bile böyle. İnsanın dışarıdan bilgi alma zorunluluğunun yanında her bilgiyi kaynağından ve doğru adresten almak zorunluluğu var. İnsan çiftçiliği atölyede öğrenemeyeceği gibi, tamir işini de tarlada öğrenemez. Gördüğü ve duyduğu nesnelerin bilgilerini doğrudan alabildiği gibi, görmediği alanların bilgisini haber alma, yani öğrenme yoluyla elde eder. Tarih bilgisi ve uzak coğrafyaların bilgisi böyle bir şey. Akıl yürütülerek tarih bilgisi elde edilemez. Demek ki, görmediğimiz alanların bilgisi ancak öğrenme yoluyla gerçekleşir. Öğrenme yoluyla elde edilen bilgilere de haber bilgisi denilir.
Peki dinin öğrenimi nasıldır?
Din yoluyla insan, yaratıcısını ve yaratıcısına karşı görevlerini öğrenir. Yaratıcıyı görmek mümkün olmadığına göre O’na dair bilgiler görmediğimiz alanı bilme yöntemiyle elde edilir. Yani öğrenmeyle. Allah’ın görevlendirdiği ve gönderdiği peygamber aracılığıyla ancak bu bilgileri elde edebiliriz. Peygamberin insan olarak görevlendirilmesi hem akla hem duyulara hitap içindir. Çünkü peygamber sadece öğreten değil, aynı zamanda örnek olan kişidir. Aslında öğretmen de öyle.
Evet kesinlikle böyle. Ama konumuza dönsek, sanki aklı sanki devre dışı bıraktık gibi?
Kesinlikle akıl devre dışı bırakılamaz. Çünkü aklın devre dışı bırakılması, insanın işlevsiz hale gelmesi, bitkisel hayata girmesi anlamına gelir. O yüzden hiçbir peygamber, insanların akıllarına baskı yollu müdahale etmez. Eğer müdahale ederse insanın iradesi devre dışı kalmış olur. Çünkü aklın yaptığı iş karşılaştırma ve ayırt etmedir. Bu karşılaştırma ve ayırt etme işleminin sonunda bir tercihte bulunur. Tercihi doğrultusunda da kendisine bir yol ve yöntem çizer.
Bunları ortadan kaldırıp onu belli bir yöne ve yönteme mecbur kıldığınızda ne aklın ne de iradenin önemi kalır. Yüce Allah, kurduğu sistemi ve yarattığı insanı çok iyi bildiği için peygamberin görevini sisteme zarar vermeyecek ve insan aklını kısıtlamayacak şekilde belirlemiş. İnsan dışardan bilgi almaya muhtaç olduğu için peygamber insana bilmediği alanla ilgili birtakım bilgiler getirir. Bu bilgileri nasıl kullanacağını ve gelecek noktasında nasıl bir yol tayin edeceğine dair fikir verir. İnsan bunun karşısında aklına müracaat eder ve kendine göre bir faydazarar envanteri çıkartır.
Eğer bu faydazarar envanterini peygamberin getirdiği bilgiyi göz ardı ederek yaparsa, sadece zihinde olan bilgiyle akıl yürüterek kendisini dar ve kısır bir alana hapsetmiş olur. Halbuki akıllı insan, bilgisini geliştirerek ve çeşitlendirerek karar verir. Şayet peygamberin getirdiğini kullanarak bir sonuca giderse isabet eder. Örnek verecek olursak, Firavun, Hz. Musa’nın getirdiği bilgiyi dikkate almadığı için eksik değerlendirme yapmış ve gerçeği ancak boğulurken kabullenebilmiş. Büyücüler ise kendilerinde var olan büyü bilgisiyle Hz. Musa’nın getirdiği bilgiyi karşılaştırarak daha isabetli bir sonuca varabilmişler.
O zaman bilgi araçlarını bir bütün olarak mı görmek gerekiyor?
Tam da öyle. Bilgi araçları birbirinden koparıldığında insan eksik kalır. Öyleyse sadece akılla insanın bir yere ulaşması ve bir sonuç elde etmesi mümkün değildir. İslam akla hitap eder, aklın kavramasını önceler. Bu yönüyle İslam’da aklın inkâr edilemez yeri ve önemi var. İslam akıl dinidir derken aklın ürettiği din diyorsak, doğru değil, ancak aklın kavrayabileceği ve onaylayabileceği bir din diyorsak, doğrudur. Aklı tek yönlü bakışa ve sınırlı bilgiye mahkûm eden, aklı devre dışı bırakır. İşte Kur’an’da “Akıllarını kullanmıyorlar.” ifadeleri de bu tür insanlar için.
Kafam karıştı doğrusu!
Zaten meselenin kendisi karışık. Günümüzde genellikle akıl, zekâ ile eş tutulur ve çok zeki insanların çok akıllı olduğu kabul edilir. Zekâ ise, en açık olarak kişinin kendi alanındaki problemlere çözüm getirebilme gücü olarak tanımlanır. Problemi çözme, ancak derinliğine kavrama ve kavradığını kalıcı kılmakla mümkün olur. Bu durumda işin içine öğrendiklerimizin depolandığı yer olan zihin girer.
Peki akıl bütün bunları bağımsız mı gerçekleştirir? Yani hiçbir yerden destek almaz mı?
Çocuğun gelişimine bakarak bu soruya cevap verebiliriz. Çocuk doğduğu andan itibaren herhangi bir kusuru yoksa akıllı bir varlıktır. Onun ilk öğrenim deneyimi, göz ve kulağa dayanır. Yani gördüğünü ve duyduğunu taklitle işe başlar. Söylenen şeyler ona bir anlam ifade etmez, akıl yürütme kabiliyeti de yok gibidir. Zaman içinde zihin kabiliyetinin gelişmesiyle canını çok yakan şeyleri hatırında tutabilir. O şeyin niçin canını yaktığına dair bir fikri yoktur. Çünkü karşılaştırma yapma gücü henüz gelişmemiştir. Karşılaştırma ve ayırt etme gücünün gelişmesiyle çocuk aklını kullanma safhasına ulaşır. Ama bu döneme kadar zihninde duyma ve görme sonucu, taklit yollu da olsa, epey bir materyal birikir. Karşılaştırma ve ayırt etmeyi bunlar üzerinden yapar. Yetersiz kaldığı nokta da çevresindekilerden bilgi almaya yönelir. İşte bu noktada eskilerin haber bilgisi dediği dış kaynak devreye girmiş olur.
Öyleyse aklın tek başına işlev görmesi söz konusu değil.
Tabii ki öyle! Çünkü akıl, karşılaştırma ve ayırt etme yöntemiyle çalışır. Buna eskiler kıyas ve temyiz adını vermişlerdir. Bu iki işlemi yapabilmek için zihinde birikmiş malzeme olması gerekir. İnsanın öğrenme ihtiyacını doğuran sebep de tam olarak budur. Öğrenme yoluyla insanoğlu zihninde malzeme toplar ve sonra onları karşılaştırmaya ve ayırt etme işlemine tabi tutarak yeni bilgilere ulaşır. Bu bilgilerle geleceğe yönelik planlamalar yapar.
Öyleyse akıl olmadan hayatı sürdürmek mümkün değil!
Kesinlikle öyledir. Bu yüzden Allah insanları akıllı yaratmış ve akıllı olanlara hitap etmiştir. Ancak bütün bilgilerden soyutlanmış aklın, bir işlev görmesi de söz konusu değildir. Öyleyse akıl, hangi bilgiyle donatıldıysa ona göre işleyen bir mekanizmadır. Eğer kişi zihnine topladığı bilgiyi geliştirmez ve çeşitlendirmezse tek düze ve kısır bir düşünme içine hapsolur.
Konuya İslam açısından baktığımızda nasıl anlamalıyız?
Hz. Âdem yaratıldıktan sonra ona isimler öğretiliyor. Bunun bir anlamı onun zihnine bilgi yükleniyor, ikinci anlamı ise çevresini tanıma noktasında isimlendirme kabiliyeti veriliyor. Çünkü Hz. Âdem ilk insan olduğu için görerek ve duyarak etrafından bilgi alma imkânı yoktu. Sonraki insanlar için artık hemcinslerinden oluşan bir çevre vardı ve bilgiyi onlardan alması mümkündü. Öyleyse her insana bilgiyi işleme kapasitesi olan akıl verilir. Burada tek düze bir akıldan söz etmek mümkün değil. Eğer akıllar tek düze olsaydı, insanlar arasında meslek ve meşrep bakımından farklılığın oluşması ve toplum içinde iş bölümünün oluşturulması imkânsız olurdu.
İlk sorumuza dönsek. Sanki konudan uzaklaşıyoruz hocam.
Uzaklaşmıyoruz aksine konuya yaklaşıyoruz. Ne demiştik, insan dışardan bilgi almaya muhtaç bir varlıktır. Öğrenim ihtiyacı da bundan doğmaktadır. Dışarıdan hiçbir bilgi desteği almayan bir insanın hayatını sürdürmesi imkânsız. Bu, hayvanlar için bile böyle. İnsanın dışarıdan bilgi alma zorunluluğunun yanında her bilgiyi kaynağından ve doğru adresten almak zorunluluğu var. İnsan çiftçiliği atölyede öğrenemeyeceği gibi, tamir işini de tarlada öğrenemez. Gördüğü ve duyduğu nesnelerin bilgilerini doğrudan alabildiği gibi, görmediği alanların bilgisini haber alma, yani öğrenme yoluyla elde eder. Tarih bilgisi ve uzak coğrafyaların bilgisi böyle bir şey. Akıl yürütülerek tarih bilgisi elde edilemez. Demek ki, görmediğimiz alanların bilgisi ancak öğrenme yoluyla gerçekleşir. Öğrenme yoluyla elde edilen bilgilere de haber bilgisi denilir.
Peki dinin öğrenimi nasıldır?
Din yoluyla insan, yaratıcısını ve yaratıcısına karşı görevlerini öğrenir. Yaratıcıyı görmek mümkün olmadığına göre O’na dair bilgiler görmediğimiz alanı bilme yöntemiyle elde edilir. Yani öğrenmeyle. Allah’ın görevlendirdiği ve gönderdiği peygamber aracılığıyla ancak bu bilgileri elde edebiliriz. Peygamberin insan olarak görevlendirilmesi hem akla hem duyulara hitap içindir. Çünkü peygamber sadece öğreten değil, aynı zamanda örnek olan kişidir. Aslında öğretmen de öyle.
Evet kesinlikle böyle. Ama konumuza dönsek, sanki aklı sanki devre dışı bıraktık gibi?
Kesinlikle akıl devre dışı bırakılamaz. Çünkü aklın devre dışı bırakılması, insanın işlevsiz hale gelmesi, bitkisel hayata girmesi anlamına gelir. O yüzden hiçbir peygamber, insanların akıllarına baskı yollu müdahale etmez. Eğer müdahale ederse insanın iradesi devre dışı kalmış olur. Çünkü aklın yaptığı iş karşılaştırma ve ayırt etmedir. Bu karşılaştırma ve ayırt etme işleminin sonunda bir tercihte bulunur. Tercihi doğrultusunda da kendisine bir yol ve yöntem çizer.
Bunları ortadan kaldırıp onu belli bir yöne ve yönteme mecbur kıldığınızda ne aklın ne de iradenin önemi kalır. Yüce Allah, kurduğu sistemi ve yarattığı insanı çok iyi bildiği için peygamberin görevini sisteme zarar vermeyecek ve insan aklını kısıtlamayacak şekilde belirlemiş. İnsan dışardan bilgi almaya muhtaç olduğu için peygamber insana bilmediği alanla ilgili birtakım bilgiler getirir. Bu bilgileri nasıl kullanacağını ve gelecek noktasında nasıl bir yol tayin edeceğine dair fikir verir. İnsan bunun karşısında aklına müracaat eder ve kendine göre bir faydazarar envanteri çıkartır.
Eğer bu faydazarar envanterini peygamberin getirdiği bilgiyi göz ardı ederek yaparsa, sadece zihinde olan bilgiyle akıl yürüterek kendisini dar ve kısır bir alana hapsetmiş olur. Halbuki akıllı insan, bilgisini geliştirerek ve çeşitlendirerek karar verir. Şayet peygamberin getirdiğini kullanarak bir sonuca giderse isabet eder. Örnek verecek olursak, Firavun, Hz. Musa’nın getirdiği bilgiyi dikkate almadığı için eksik değerlendirme yapmış ve gerçeği ancak boğulurken kabullenebilmiş. Büyücüler ise kendilerinde var olan büyü bilgisiyle Hz. Musa’nın getirdiği bilgiyi karşılaştırarak daha isabetli bir sonuca varabilmişler.
O zaman bilgi araçlarını bir bütün olarak mı görmek gerekiyor?
Tam da öyle. Bilgi araçları birbirinden koparıldığında insan eksik kalır. Öyleyse sadece akılla insanın bir yere ulaşması ve bir sonuç elde etmesi mümkün değildir. İslam akla hitap eder, aklın kavramasını önceler. Bu yönüyle İslam’da aklın inkâr edilemez yeri ve önemi var. İslam akıl dinidir derken aklın ürettiği din diyorsak, doğru değil, ancak aklın kavrayabileceği ve onaylayabileceği bir din diyorsak, doğrudur. Aklı tek yönlü bakışa ve sınırlı bilgiye mahkûm eden, aklı devre dışı bırakır. İşte Kur’an’da “Akıllarını kullanmıyorlar.” ifadeleri de bu tür insanlar için.