İnsan büyük bir sorumluluğun altına girmişti; yük ağırdı. Ancak ne erkek bunu tek başına taşıyabilirdi, ne de kadın. Çünkü yük her ikisine yüklenmişti. Erkek kadar kadın da sorumluydu. Yoksa erkek birinci derecede asıl muhatap, kadın da ikinci derecede değildi. Veya erkek kulluktan sorumlu olup, kadın da bu konuda ona yardımcı olmak için yaratılmamıştı.
Şu hâlde kadın erkek, beraberce hareket etmeli, ailede, toplumda bir dayanışma ruhu içersinde sorumluluklarını yüklenmeli idiler. Biri düştüğünde öbürü elinden tutup onu kaldırabilmeli idi. Çünkü onlar, bir elmanın iki eşit parçası gibi idiler. İnsanlık cevherinin birbirini tamamlayan unsurları, ailede, toplumda, cemiyetin ortak paydaşları idiler.
İnsan iki kanadıyla ancak uçabilirdi. Tek kanatla insanın yükselmesi ve yücelmesi mümkün değildi. Erkek ve kadın, her ikisi de bu hayat yolculuğunda rol almalıydı. Bu yarışa birlikte girmişlerdi. Beraber emaneti yüklenmişlerdi. Hilafet tacı her ikisine de giydirilmişti. Öyle ise birlikte bu yolda yürümeli idiler. Yeryüzünde tevhidin, hak ve adaletin, barış ve selametin yayılması için birlikte çaba sarf etmeli idiler.
Kadın ve erkek, birbirine üstünlük sağlamak davası gütmemeli idi. Çünkü birbirine rakip değillerdi ki. Aksine her ikisi birlikte, omuz omuza vererek tevhide ve hakkaniyete dayalı değerler için çaba sarf etmeli idiler. Üstelik insanın davasını cinsler arası mücadele seviyesine düşürmek, ona haksızlık olmaz mıydı? Bu, bir sapma değil miydi? Çünkü kadınıyla erkeğiyle insan aynı özdendi, birbirine üstünlükleri yoktu. Dolayısıyla ne diye böyle anlamsız bir didişmeye ve sürtüşmeye tutuşsunlar ki? Şu hâlde bu mücadele, daha ulvî daha yüce bir ideal için yapılmalıydı. İnsanı sonsuz mutluluk ve esenliğe taşıyacak ilahî değerler için olmalıydı.
Yine insan cinsini meydana getirenlerden biri amir ötekisi memur, biri patron ötekisi işçi, biri idare eden diğeri idare edilen değildi. Erkek ve kadınıyla insanoğlu arasında bir hiyerarşi yoktu. İnsanlığı sadece biri değil, her ikisi temsil ediyordu. Şerefçe biri üstün diğeri aşağıda değildi. Çünkü Âdemoğulları değerli ilan edilirken, insanlık şeref ve onuru açısından eşit kabul edilmiş ve aralarında her hangi bir ayrım gözetilmemişti. Erkek, daha çok asaletli, kadın ise daha az değildi.
Erkek gibi kadın da iman, takva ve ahlak potansiyeline sahipti. Yoksa birinin dini ve ahlâkî yeteneği diğerine göre daha az değildi. Her ikisine de hayır yapma, Allah yolunda malından ve canından fedakârlıkta bulunma isteği verilmişti. Yarın Rablerinin huzurunda hesap vermek şuuruyla yaşamak, erdemli bir hayat sürmek her ikisinin de arzusu idi. Dolayısıyla cimrilik veya cömertlik, bencillik veya fedakârlık erkek veya kadın cinsinden birine mahsus değildi. Rablerine yürekten inananlar veya ona itaatsizlikten korkanlar sadece erkekler veya sadece kadınlar değildi. Her ikisiydi.
Erkek gibi kadın da ilâhî değerler uğrunda fedakârlık yapma ve adanma ruhu taşıyordu. Şehadete nail olmak, her ikisi için de yüce bir idealdi. Yahut da kadın ve erkekten biri, nefsanî arzularına diğerinden daha düşkün değildi. Birini şeytanla özdeşleştirip diğerine dokunmamak doğru değildi. Heva ve hevesini tanrılaştıranlar ne sadece erkekler ne de kadınlardı. Dolayısıyla birini toplum düzeni için fitne kaynağı görüp öbürünü aklamak âdil değildi. Toplumda bir yozlaşma varsa bu her ikisinin eseri idi.
Şu hâlde takva duyarlılığı veya günah işleme eğilimi her iki cinste de vardı (Şems, 91/8). Ancak aldıkları eğitime ve yaşadıkları çevre şartlarına bağlı olarak bu konularda biri diğerinin önüne geçebilirdi. Bu durumu da, kadın veya erkeğin fıtratıyla bağlantılı olarak değerlendirmek makul değildi.
İlâhî Kelâm insanı muhatap alır. Onun geliş amacı, kadınıyla erkeğiyle beşerin doğru yola sevk edilmesidir. İman, ibadet, ahlâk konularında bir takım hedefler koyar. Erkek de kadın da bunları gerçekleştirmek konusunda yeteneklidir. Yine bu hedefleri gerçekleştirmek, şu ayette olduğu gibi, erkeğin olduğu kadar kadının da sorumluluğudur.
“Allah’a teslim olan erkekler ve teslim olan kadınlar, İslam dinine iman eden erkekler ve iman eden kadınlar, taate devam eden erkekler ve taate devam eden kadınlar, dürüst erkekler ve dürüst kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, mütevazı erkekler ve mütevazı kadınlar, hayır yolunda infak eden erkekler ve infak eden kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve ırzlarını koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve çok zikreden kadınlar var ya, işte Allah onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzab, 33/35).
Her birey, bu dünyada yapıp ettiklerinden yarın Yüce Yaratıcı’nın huzurunda hesaba çekilecektir. Başkası adına değil, her fert kendi adına sorgulanacaktır. Kadın da bir insan olarak sorumludur. Bu anlamda iman, ibadet ve ahlâk konularında o, erkeğe bağımlı değildir. Sonuçta, dünyadaki inanç ve fiillerinden ahirette her biri sorumlu tutulacaktır. Çünkü tercih ve kararlarında ikisi de özgür bırakılmıştır. İman ve kulluk kişisel bir tercihtir. Eğer bu böyle olmasaydı, Kur’an bizlere iman eden Firavun’un eşinden ve iman etmeyen Nuh ve Lut peygamberlerin eşlerinden bahseder miydi? (Tahrîm, 66/1011).
Beraber Hicret, Beraber Davet Ettiler
Kur’an’ın daveti ilk dönemlerden itibaren kadınlar arasında da teveccühle karşılandı. Hatta Allah’ın Resûlüne ilk iman eden bir kadındı. Hz. Hatice validemiz bu şerefe nail olmuştu. Kadının bu teveccühüne şaşırmamak gerekir. Çünkü yaşanan çarpık düzende ona bir meta muamelesi reva görülüyordu. Hak ve hukuku, onur ve haysiyeti çiğnenmişti. Acımasız hayat mücadelesi, kabile savaşları onu canından bezdirmişti. Elinden tutacak biri, feryadına cevap verecek bir ses arıyordu. İşte bu süreçte İslam davetinin gelmesi, onu kula kulluktan kurtarıp Allah’a (c.c.) kul etmiş, kısaca yeni bir hayatı ona bahşetmişti.
İslam davetinin ilk dönemlerinden itibaren erkekler gibi kadınlar da zorluklara ve sıkıntılara beraberce göğüs germişlerdir (Nisâ, 4/75). Onlar da yakıcı güneşin altında kızgın kumlar üzerinde işkencelere maruz kalmış, dinden dönmeleri için her türlü eziyet kendilerine reva görülmüştür. Allah’ın Resûlüne ilk iman eden kadın olduğu gibi, şehadet mertebesine yükselen ilk mümin de bir kadındı.
Kadınlar da diğer müminler gibi tam bir adanmışlık ruhu içerisinde İslam’a bağlanmışlardı. Bu uğurda mal ve canlarını vermeye hazır idiler. Çünkü onların nazarında Yaratan’ın hoşnutluğuna ermekten, barış ve esenlik yurduna kavuşmaktan daha yüce ne olabilirdi ki? Sahabe kadınları, dünya karşılığında ahireti tercih eden, böylece sonsuz güzelliklere talip olan kimselerdi. Nitekim İslam’ın ilk şehidinin Ammar b. Yasir’in annesi Sümeyye olması manidar değil mi?
Kadınlar, fiziksel olarak güçsüz ve çelimsiz olabilirdi. Ancak iman dolu sineleriyle çok güçlü oldukları kesindi. Ne pahasına olursa olsun imanlarında tavizsiz ve hasbi idiler. Onlar da erkekler gibi şehadet konusunda samimi idiler. İçlerinden şehit olanlar vardı. Diğerleri de şehit olmayı bekliyordu.
Baskı ve işkencenin artması üzerine Habeşistan’a yapılan hicrette müminler arasında kadınlar da vardı. Yine Medine’ye hicrete karar verilince inanan kadınlar evlerini, barklarını ve çok sevdikleri yakınlarını Mekke’de bırakıp oraya göçmüşlerdir. Ancak bu aşamada hicret etmesine izin verilmeyen bazı kadınlar, kocaları ve yakınları tarafından şiddet ve eziyete maruz bırakılırlar. Çile ve eziyet bu süreçte de onların yakasını bırakmaz. Doğduğu vatana, ayrıldığı yakınlara duyulan hasret bağırlarını yakar. Ancak Allah ve peygamber sevgisi her şeyin üstündedir.
Bu çilekeş kadınlar yaşadıkları onca sıkıntıya rağmen hayattan kopmamışlardı. Aksine Resûli Ekrem Efendimizin ümit bahşeden tesellileri bir de Kur’an’ın hicret edenleri müjdeleyen ayetleri onları hayata bağlamıştı. İman ve teslimiyet duygularını coşturmuştu.
Hicret eden kadınların arzularından biri de, vahyin bizzat kendilerinden bahsetmesi ve amellerini tebcil ve takdir etmesi idi. Çünkü bu onlar için eşsiz bir moral ve teşvik kaynağı oluyordu. Nitekim Ümmü Seleme, Kur’an’da kadınların hicretinden bahseden bir ifade görmeyince, durumu Hz. Peygamber (s.a.s.)’e sormuştu. Bunun üzerine de hicret edenlerin mükâfatlarını anlatan şu ayet nazil olmuştu:
“Onların Rabbi de dualarına şöyle icabet buyurdu: Sizden gerek erkek, gerek kadın, hayır işleyen hiçbir kimsenin çalışmasını zayi etmem. Çünkü siz birbirinizdensiniz, birbirinizden farkınız yoktur. Benim rızam için hicret edenlerin, vatanlarından sürülenlerin, benim yolumda işkenceye, zarara uğrayanların, benim yolumda savaşanların ve öldürülenlerin, elbette kusurlarını örtecek ve elbette onları Allah tarafından mükâfat olarak içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğim. En güzel ödüller Allah’ın yanındadır” (Âli İmrân, 3/195).
Bu ayetin nazil olmasına sebep olan olayda dikkati çeken bir husus vardır. O da, ilâhî iltifata mazhar olma konusunda kadınlarla erkekler arasında bir yarışın olduğuna işaret edilmesi idi. Kadınlar bu açıdan erkeklere imreniyor, yaptıkları amellerin bizzat kendilerine atfen ayetlerde zikredilmesini istiyorlardı. Kadınlardan bu yönde birkaç defa talep gelmişti. İlâhî İrade de onların bu isteklerini geri çevirmemişti. Hem kadın hem de erkek ifade tarzlarının geçtiği ayetler göndererek, yaptıkları ameller dolayısıyla kadınları da ayrıca tebcil ve takdir etmişti. Evet, Asrı Saadet’te kadınlarla erkekler arasında bir yarış vardı. Ancak bu, Yüce Mevlâ’nın iltifatına mazhar olmak, O’nun katında makbul kullar arasına girmekti.
Allah Resûlü, kadına yeniden insan olduğunu hatırlatmıştı. Bu sayede onlar, değerli ve onurlu varlıklar olduklarını tekrar keşfetmişlerdi. Daha önceleri kendilerine reva görülen onur kırıcı muameleyi hatırladıkça, İslam’ın değerini daha iyi kavramışlardı.
Kadına karşı aşağılayıcı ve metalaştırıcı muamele artık son bulmuştu. Çünkü kendilerine arka çıkan Allah Resûlü vardı; zor durumda kaldıklarında yalnız değillerdi. Mazlum kadınların ağlayıp sızlamaları gayretullaha dokunmuştu. Sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Yaratıcı, ifade yerinde ise, duruma el koymuş, gönderdiği ayetlerle haksızlıklara karşı onu kendi himayesi altına almıştı.
Yüce Mevlâ, çilekeş kadınlardan Havle’nin sitemine kulak vermişti. Tek bir kişi de olsa onun şikâyetini dinlemişti. Çünkü o, insanlık onuru incinen, haysiyeti örselenen kadınları temsil ediyordu. Böylece kadına karşı zulüm mekanizmasına dönüşmüş zihar uygulaması ile ilgili son hükmünü vermişti.
Konuya Kur’an’da şöyle temas edilmektedir: “Kocası hakkında sana başvurup tartışan ve hâlini Allah’a arzeden o kadının sözlerini elbette Allah işitti. Allah sizin konuşmalarınızı dinliyordu. Şüphesiz Allah her şeyi işitir ve görür” (Mücadele, 58/1). Konu, Kur’an’da yer almış; dolayısıyla kıyamete değin, kadın hak ve hukuku konusunda Müslümanların ne denli titiz olmaları gerektiği açıkça ortaya konmuştur.
Resûli Ekrem Efendimiz, kadını aşağılanmışlık ve paryalıktan kurtardı. İtilip kakılmasına, mağdur edilip hor görülmesine müsaade etmedi. Sözüne ve görüşüne değer verdi. İltifat edip onurlandırdı. Ona karşı davranışlarıyla bu konudaki emir ve tavsiyeleriyle daima insanlık cemiyetinin şerefli bir üyesi olduğunu çevresine öğretti.
Hz. Peygamber (s.a.s.), Medine’de siyasi bir lider olarak Müslümanlardan biat aldı. Biat, siyasi bir sözleşme idi. Bu sözleşmede kadınların da muhatap alınması, onların sosyal kimliklerinin tanınması adına önemli bir gelişmeydi. Konu Kur’an’da şu şekilde geçmektedir:
“Ey Peygamber! Mümin hanımlar, Allah’a hiçbir sûrette ortak tanımamak hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, hiç yoktan yalan uydurup iftira atmamak, senin kendilerine emredeceğin meşrû olan herhangi bir konuda sana karşı gelmemek hususlarında sana biat etmeye geldiklerinde, sen de onların biatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan af dile! Çünkü Allah Gafurdur, Rahîmdir (affı ve ihsanı boldur)” (Müm
tehine, 60/12).
Aslında erkeklerden biat alınması kadınlar adına da geçerli kabul edilebilirdi. Cahiliye örfünü düşündüğümüzde bu normal bir durumdu. İslam öncesinde ataerkil bir toplumsal yapı vardı ve kadınların kendileri adına sosyal bir temsili söz konusu değildi. Dolayısıyla biat konusunda onlara ayrıca yer verilmeyebilirdi. Bununla beraber vahiy, kadınların biat talebini görmezden gelmemiştir. Biatla ilgili müzekker kalıplı genel ifade tarzlarını bir tarafa bırakarak kadınların müracaatına ayrıca yer vermiştir. Onlardan biat alınması, Hz. Peygamber (s.a.s.)’e bizzat emredilmiştir. Böylece bir anlamda konunun hafife alınmasının doğru olmayacağına işaret edilmiştir. Kur’an’ın bu yaklaşımı, kadının sosyal hayattaki saygınlığı açısından attığı adımlardan sadece biri idi.
Allah Yolunda Birbirine Veli (Yardımcı) Oldular
Cenâbı Hak insanlığa son elçisini göndermiştir. Kadınıyla erkeğiyle ona iman edenler, ahir zaman ümmetini meydana getirir. Bu ümmetin temel bazı özellikleri vardır. Bunlardan birisi de “vasat ümmet” oluşudur (Bakara, 2/143). Yani din ve dünya konusunda her türlü aşırılıktan uzak, adaleti ve dengeyi temsil etmesidir. Bu topluluğun, gerçek insanlığın nasıl olması gerektiği konusunda örnek olma sorumluluğu vardır. Demek ki kadınıyla erkeğiyle bu ümmetin, diğer din ve milletlere karşı öncülük yapması gerekir. Bugün, her ne kadar İslam ümmeti, bu görevini layık olduğu şekilde yerine getiremese de, müminler hiçbir zaman bu ideal ve ümitlerini kaybetmezler. Çünkü o, onların varlık sebebidir.
Erkeğiyle kadınıyla Müslümanlardan hep iyi, doğru ve güzel değerlere davet eden, iyiliğin hâkim, şer ve kötülüğün mahkûm olması için çalışan bir topluluk bulunur (Âli İmrân, 3/104). Bunlar, Allah Teâlâ’nın emirlerini yapma, yasaklarından kaçınma konusunda birbirine destek çıkar, yardımlaşırlar. Bütün müminler bu yüce değerlerin yaygınlaşması uğrunda çaba sarf ederken, birbirinin velisidirler. Yani kardeşini korur, onun menfaatini gözetir, ona yardımcı olur, gerektiğinde onu temsil eder. Yeryüzünde fitne ve fesadın engellenmesi için, böyle bir velayetin tesisi mutlaka gereklidir (Enfal, 8/73).
Kur’an’ın beyanıyla cinsiyeti ve ırkı ne olursa olsun müminler birbirinin kardeşidir. Bu “uhuvvet” olarak isimlendirilir. Yine bütün müminler arasında “velayet” vardır. Yani onlar birbiriyle yardımlaşma ve dayanışma içindedirler. Bu ilâhî kelâmda tekrarlanan bir konudur (Mâide, 5/5556; Enfal, 8/7273).
Kur’an’da velayet konusu, inanan kadın ve erkekler arası ilişkilerde ayrıca ele alınır. Bu, dikkat çekici bir durumdur. Kur’an burada genel hitap tarzından uzaklaşarak erkeği ve kadını birlikte zikretmiştir. Konu şu şekilde beyan edilir:
“Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin velileri, yardımcılarıdır. Onlar iyilikleri teşvik edip kötülükleri menederler. Namazı hakkıyla yerine getirir, zekâtı verir, Allah’a ve Resûlüne itaat ederler. İşte onları Allah geniş rahmetine mazhar edecektir. Çünkü Allah azîzdir, hakîmdir (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir)” (Tevbe, 9/71).
Burada erkek ve kadının beraber zikredilmesini şu şekilde değerlendirmek mümkündür: Kur’an’ın eril/müzekker ifade tarzı, kadının aleyhinde Cahiliye’den kalma bir takım anlayışları destekler mahiyette yorumlanabilirdi. Diğer bir ifadeyle dinî emir ve yasaklar, kadını dışlayacak tarzda erkek merkezli bir şekilde anlaşılma yoluna gidilebilirdi. İşte Kur’an, muhtemel böyle bir yönelişe fırsat vermemek için, kadınla erkeği aynı ifade tarzı içerisinde birlikte zikretmiş olabilir. Böylece kadının konumuyla ilgili olarak toplum hayatında hedeflediği ilerleme ve gelişmeyi daha sağlam bir zemine oturtmayı hedefleyebilir.
Kur’an’da insanlığı meydana getiren bu iki cins arasında iman bağından kaynaklanan bir velayetten bahsedilir. Dolayısıyla Kur’an’ın dilinde bu iki cins, birbirinin rakibi değil, aksine birbirinin yardımcısı ve koruyucusudur. Böylece ümmeti meydana getiren bu iki birey, ilâhî dava etrafında birleşmektedir. Bu davanın yücelmesi ve yükselmesi için birbirine kol kanat germektedirler. Her ikisinin de esas gayesi, yeryüzünde tevhidin, iyiliğin, güzelliğin ve hayrın yerleşmesi, şirkin, haksızlığın, şerrin ve fesadın kaldırılmasıdır.
Velayet kavramıyla Kur’an’ın, kadınla erkek arasında bir üst bilinç oluşturmayı hedeflediği anlaşılmaktadır. Yüce değerler etrafında bir birlikteliği öngörmektedir. Bu yaklaşımıyla Kur’an, kadını hafife almanın, onu Müslüman toplumun ikincil bir üyesi olarak görmenin yanlışlığına işaret etmektedir. Yine kadınla erkeğin yüce dava etrafında, aynı duygu ve heyecanı yaşamalarını hedeflemektedir. Kısaca kadın, bu yüce davanın yardımcı bir üyesi, ikinci sıradan bir destekçisi değil, asıl üyesidir.
Yine bu ifadelerle, kadın erkek arasında bir karşıtlık ve rekabetin kabul edilemez olduğu ortaya konmaktadır. Aksine hayır, iyilik, güzellik, barış ve adalet konusunda dayanışma içerisinde olmaları gerektiği vurgulanmaktadır. Diğer taraftan mümin kadınla mümin erkeğin bu yüce davaya beraberce omuz vermeleri, onun eşit mensupları olmaları, kadının geldiği konumu göstermesi açısından dikkat çekicidir.
Mümin kadın ve mümin erkekler arasında, nail olacakları mükâfat konusunda da bir ayrım söz konusu değildi. İmanlarına yaraşır güzellikte ameller sergiledikleri takdirde, ilâhî bir vaat olarak hoş ve huzurlu bir hayat yaşayacaklar, en güzel şekilde mükâfatlandırılacaklardı (Nahl, 16/97). Cennete girip sınırsız nimete kavuşacaklardı (Mümin, 40/40).
Kadının faydalı amel ve işler yapmasının alanı sadece evi değildi. Böyle bir sınırlama yoktu. Evet, o, annelik vasfı dolayısıyla belki hayatının belirli dönemlerinde ev merkezli bir hayat sürmek mecburiyetinde kalabilirdi. Veya kadın, tabiatı sebebiyle erkek gibi her alana giremeyebilirdi. Bu, bir nakısa da değildi. Ancak sonuçta o da, ümmetin bir ferdi olarak sosyal bir varlıktı. Müslüman kimliğinin bir neticesi olarak bir takım faaliyetler içinde bulunabilirdi. Hatta eğitim, öğretim veya irşat faaliyetlerinde görev alması gerekebilirdi. Veya zihni, mesleki, edebi ve estetik yeteneklerini geliştirmek isteyebilirdi.
Bahsedilen faaliyetler, Müslüman kadının doğal hakkı hatta yerine göre sorumluluğu idi. Bunların kısıtlanması söz konusu değildi. Dolayısıyla Ahzâb sûresinde Allah Resûlü’nün eşlerine, müminlerin annelerine yapılan emri, diğer müminleri bağlayıcı olarak değerlendirmek makul değildir. İlgili ayetlerden, diğer mümin kadınların alması gereken dersler şüphesiz ki vardır. Bununla beraber, söz konusu düzenlemelerin, ilk plânda Hz. Peygamber (s.a.s.)’in aile hayatına ait oldukları açıktır (Ahzâb,33/3034, 53).
Bu ayetlerde anlatılan uygulama, nübüvvet makamının şeref ve vakarını korumakla ilgilidir. Çünkü onlardan zuhur edecek menfî bir hareket, sadece kendilerini vebal altında bırakmayacaktı. Aynı zamanda peygamberlik makamını güç durumda bırakacak, belki de ilâhî davetin irşat ve tebliğine gölge düşürecekti.
Peygamber Mescidi’nde Beraber İdiler
Daha önce de anlattığımız şekilde Asrı Saadet’te kadınlar, vahyin oluşturduğu şartlar sayesinde toplum hayatına katıldılar. Çünkü bu cesaret ve güveni kendilerinde bulmuşlardı. Böylece İslam’ın yayılmasında rol aldılar, tebliğ faaliyetine katıldılar. Çalışma ve ticaret hayatına iştirak etiler. Savaşlarda destek hizmetlerinde bulundular. Yaralı askerlere tıbbî hizmet verdiler. Kadınlar, Vahiy Elçisi’nin ilim ve irfan meclislerine devam ettiler. Sorularıyla ilme olan iştiyaklarını gösterdiler. Böylece onlar, fıtrî yapı ve yetenekleri çerçevesinde sosyal hayata iştirak ettiler. İmkân ve kabiliyetleri nispetinde kutlu İslam toplumunun gelişmesine ve güçlenmesine katkı sağladılar.
Toplumun bir parçası olan kadınların, Peygamber Mescidi’nden uzak kalmaları elbette ki düşünülemezdi. Nitekim bayram ve Cuma namazlarına katıldılar. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hutbe ve nasihatlerini dinlediler. Vakit namazlarına devam ettiler. Cemaat olmanın sevabından, feyiz ve bereketinden istifade ettiler. Gecenin karanlığında dahi Allah Resûlü’nün arkasında saf bağlayarak gönüllerini aydınlatmanın yollarını aradılar. Onların vakit namazlarında camiye devam etmelerine mani olmak isteyenler oldu. Ama Hz. Peygamber (s.a.s.) bunlara fırsat vermedi. Allah’ın kadın kullarını Allah’ın mescitlerinden uzaklaştırmaya kimsenin hakkı olmadığı uyarısını yaptı (Buhârî, Cuma, 13).
Asrı Saadet’te İslam toplumunun kalbi Mescidi Nebevî’de atıyordu. Hayatın nabzını orada tutmak, ritmini orada test etmek mümkündü. Orası maneviyatın bütün derinliği ile soluk landığı bir yerdi. Kur’an’ın aydınlattığı, hikmet dolu ayetlerinin öğretildiği bir mekândı. Bu kutlu mescit, ilim, irfan, feyiz ve bereketin kaynağı idi. Oradan beslenen gönüller, topluma Allah’ın boyasını ve vahyin ilhamlarını taşıyorlardı. Dolayısıyla Ashabın kadınlarının buraya devam etmemeleri mümkün müydü? Bu onların toplumdan kopmaları, vahyin aydınlığından mahrum olmaları anlamına gelmez miydi?
Asrı Saadet, manevi ve ahlâkî değerlerin coşku ile yaşandığı bir dönemdi. Ne var ki sonraki asırlarda bu coşku ve heyecan aynı ölçüde devam etmedi. Aslında bu, bütün dinlerin tarihinde yaşanan bir gerçeklikti. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde kadınla ilgili gerçekleşen zihniyet değişikliği, aynı etkinlikte devam etmedi. Eski alışkanlıklar, kadınla ilgili olumsuz bir takım yargılar yeniden nüksetti. Kadın, özel hayat çerçevesinde değerlendirilmeye başlandı.
Bu süreçte örf ve âdetler, yaşanan yerel şartlar dinî değer ve normlar şeklinde algılandı. Ayet ve hadis yorumlarında da bu damar gittikçe güçlendi. Toplumsal hayatta yaşanan fitne de buna gerekçe gösterildi. Fesadın yaygınlaşması sebebiyle kadının sokağı çıkmasının pek uygun olmayacağı teması işlendi. Neticede kadın, yaşanan sosyolojik ve kültürel şartların bir sonucu olarak toplumsal hayattan uzak düştü. Bu arada mabedin o manevi ikliminden de yeterince istifade edemez oldu. Cemaate devam ederek sevap kazanmanın, peygamberin bu konudaki müjdelerine nail olmanın manevi coşkusunu pek yaşayamadı. Cemaatin kazandırdığı feyiz ve bereketi eve, sokağa, hayata taşımanın güzelliğinden mahrum oldu.
Resûli Ekrem sonrası dönemlerde Kutlu Nebi’nin uygulamasıyla bağdaşmayan talihsiz bir gelenek oluştu. Camiler, ilk dönemlerdeki sosyal fonksiyonlarını kaybettikleri gibi kadın cemaatlerini de kaybettiler. Aslında kaybedenler camiler değildi. Kaybedenler, kadınlar ve İslam toplumuydu. Çünkü camiler, arınma ve tefekkür yerleri idi. Manevi coşku, ruhani yücelme ve yükselme mekânlarıydı. Dolayısıyla buralardan uzak kalmak, bu değerlerden uzak kalmaya eşdeğerdi.
Hz. muhammed (s.a.s.) ve Hz. Zekeriya (a.s.):
Kadınla Mabedi Buluşturdular
Zulüm, cinsiyet tanımaz; geldiği zaman güçsüzleri, zayıfları çaresiz bırakır ve sindirir. Kur’an, tarihin akışını bir cinsiyet çatışması merkezinde ele almaz. Ancak hayatın acımasız şartları altında, erkeğe göre kadının bu olumsuz şartlardan daha fazla mağdur olduğu anlaşılmaktadır. Onlara asıl sahip çıkanlar da peygamberler olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.) de bunlardan biriydi; onları koruyup kayırmıştır. İlgili Kur’an ayetleri ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’in uygulamaları bunun açık belgeleridir. Resûli Ekrem Efendimizin nübüvvet dönemini bir yönüyle kadının izzet, onur ve şeref sahibi olma süreci olarak değerlendirmemiz mümkündür.
Kadının mabetten koparılmasına Hz. Peygamber (s.a.s.) müsaade etmemişti. Zekeriya Peygamberin de bu konudaki soylu çabasını hatırlamak gerekir. O’nun döneminde de kadınlar Süleyman Mabedi’nde hizmette bulunmuyorlardı. Oradan dışlanmışlardı. Nitekim Hz. Meryem’in küçük yaşta oraya yerleşmesi için din adamları ayak diremişlerdir. Çünkü bu onlara göre Mabed’in hürmetine saygısızlıktı ve onun kutsallığıyla asla bağdaşmayan bir durumdu. Ancak Allah Teâlâ, Mabet hizmetine adanan Hz. Meryem’i güzellikle kabul buyurdu (Âli İmrân, 3/37).
Küçük Meryem, bir çiçek misali Mabet’te yetişti. Büyüyünce de tapınak hizmeti sebebiyle vakitlerinin çoğunu Süleyman Mabedi’nin bir köşesinde geçirdi. Rabbiyle baş başa kalmak, O’na tazarru ve niyazda bulunmak, en çok hoşlandığı anlarıydı. Çünkü Rabbi ona yürekten kendisine bağlanmasını emretmişti. Rükû edenlerle beraber rükû etmesini, huzurunda secdeye kapanmasını buyurmuştu (Âli İmrân, 3/43).
Kadınla mabedin bu buluşmasında rehberliği bir peygamber yapmıştı. O da Zekeriya Peygamberdi. Zorlukları aşmasında Hz. Meryem’e destekçi olmuş ve daima onu koruyup kollamıştı. Tıpkı son elçi, Resûli Ekrem’in mabetle kadını buluşturmasında olduğu gibi.
Sonuç
Günümüzde yolu camiye düşen kadınlara, ne yazık ki caminin en izbe ve loş yerleri reva görülmektedir. Böyle bir gelenek ve mimari yapılanma söz konusudur. Üstelik “Ne işin var burada” der gibi yaklaşımlara da muhatap olabilmektedirler. Çünkü Allah’ın mescitleri sadece erkeklere mahsus mekânlar gibi algılanmaktadır. Caminin cem edici vasfı, kuşatıcı ve birleştirici özelliği göz ardı edilmektedir. Şüphesiz ki bu durum, cami ve kadın ilişkisi bağlamında İslami hakikatlere ve Resûli Ekrem Efendimizin uygulamasına ters düşen çarpık bir zihniyeti temsil etmektedir.
Bugün toplumumuzda insanların İslam hakkındaki bilgi düzeyleri zayıftır. Her hafta en azından Cuma hutbesini dinlemelerine rağmen böyle bir durum söz konusudur. Ancak kadınların din konusunda daha da yetersiz bir bilgi seviyesinde olduklarını söylemek zor değildir. Çünkü onlar, caminin bu bilgilendirici ve eğitici yanından erkekler gibi istifade edememektedirler.
Bahsedilen problemli anlayışın bir neticesi olarak erkekler, mabedi, kadınlarla paylaşmaya pek istekli görünmemektedirler. Bu konuda rahatsız edilmek istememektedirler. Gerekçe olarak da kadının, caminin adap ve erkânına riayet etmediğinden şikâyet edilmektedir. Eğer böyle bir durum varsa, bunu anlamak da zor değildir. Çünkü asırlardır kadınlar mabet atmosferini erkekler gibi teneffüs etmediler ki. Erkeklerin sahip olduğu şansa sahip olmadılar ki. Dolayısıyla bu anlamda belki bir eğitim eksikliği söz konusudur. Dolayısıyla bu da, yine kadının cami ortamında bilgilendirilmesi ile eğitim ve öğretimle giderilecek bir problem değil midir?
Erkek cemaatin bu konuda daha bilinçli ve anlayışlı olması gerekmez mi? Allah sevgisi, peygamber sevgisi, kısaca her türlü imanî ve ahlâkî değeri paylaştıkları kadınlarla mabedi de paylaşmalarından daha doğal ne olabilir? Tevhit dininin hedeflerinden birinin de, namaz yoluyla müminler arasında birlik ve beraberlik ruhunu güçlendirmek olduğu bilinmektedir. Öyle ise, ailede, toplumda beraber oldukları kadın kardeşlerle mabette de beraber kıyamda durmak, Allah’ın huzurunda beraber secde edip rükû etmek, İslam’ın ruh ve amacına daha uygun değil midir? Kısaca müminler, Allah (c.c.)’ın mabetlerinde erkek olsun kadın olsun, mümin kardeşlerine yer ayırmanın, dinî ve ahlâkî bir görev olduğunu bilmeliler. Allah (c.c.) kendilerine cennetten bir köşk ihsan edeceği heves ve arzusuyla imar ve inşa ettikleri camileri de artık böyle bir düşünceyle imar ve inşa etmeliler.
Kur’an, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sohbetini dinlemek ve ona daha yakın olmak isteyen Bedir savaşı gazilerine yer vermenin, Allah (c.c.)’ın engin rahmetine vesile olacağını bizlere şöyle haber vermektedir: “Ey iman edenler! Size, “Meclislerde yer açın” denildiği zaman açın ki, Allah da size genişlik versin. Size, “Kalkın”, denildiği zaman da kalkın ki, Allah içinizden inananların ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltsin. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır” (Mücadele, 58/11).
Görüldüğü gibi Resûlullah’ın sohbetine gelenlere yer ayırmak, dünya ve ahirette ilâhî rahmet ve bereketin tecellisine sebep olmaktadır. Bu gün de, Allah (c.c.)’ın ayetlerinin ve Resûlü’nün hadislerinin öğretildiği mabetlerde kadın cemaate yer ayırmanın veya buraları bu şekilde imar ve inşa etmenin, ilâhî rahmet ve şefkate sebep olacağında kuşku yoktur. Yine bu amellerin, ilim ve irfan sahiplerinin Allah (c.c.) katındaki makam ve mevkilerini yücelteceği muhakkaktır.