Temelde bütün insanların ortak bir dindarlık anlayışı olmakla birlikte, bu kavram her şahısta ayrı ayrı tezahür etmektedir. Çünkü her insan kendine münhasır duygusal boyutu, ruhî hassasiyeti, ferdî özellikleri ve sorumlulukları ile bağlantılı olarak başlı başına bir âlemdir. Hz. Âdem’den Hz. Peygambere, hatta günümüze kadar insanlığın serencamında bunun sayısız örneklerini görmek mümkündür. Hz. Âdem’in oğlu Habil’in, kardeşi ile ilişkisinde dindarlığın bir yönünü müşahede ederken, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in, Allah’a bağlılıklarında dindarlığın başka bir boyutunu görürüz…
Asrı saadete geldiğimizde Hz. Ömer’de dindarlığın adalet ve hakkaniyet boyutu daha belirgin iken, Hz. Osman’da edep, hayâ ve züht boyutunun öne çıktığını, Hz. Ali’de ise akıl ve bilgi eksenli bir dindarlığın temayüz ettiğini görürüz. İslâm’ın ilk inananlarından Hz. Ebubekir’de ise sadakat, emniyet, ilim, irfan ve ibadetlere karşı hassasiyet kendini daha fazla hissettirmektedir.
Aslında cinsiyeti esas alarak bir kadın dindarlığından söz etmek oldukça güçtür. Buna rağmen genel geçer bir anlayışa göre kadın dindarlığı, duygu ağırlıklı bir dindarlık olup, akıl ve bilgi ağırlıklı bir anlayışın ürünü değildir. Bu genellemenin doğru olmadığı, kadınların da kendi aralarında farklı dindarlıklar sergilediği de göz ardı edilmemelidir. Sosyal statü, ilmî mertebeler, coğrafî konum, eğitim ve duygusal farklılıklar kadınlarda farklı dindarlık tezahürlerini ortaya çıkarmaktadır. Aynı dönemin ve şartların insanları arasındaki dindarlık yansımaları dahi birbiriyle aynı değildir.
İslâm’ın ilk yıllarına doğru bir yolculuk yaptığımızda, vahyin nüzul dönemi kadınlarında farklı dindarlık tezahürleri olduğunu görmek mümkündür.
İslâm’ın Hz. Peygamberden sonra ilk muhatabı olma şerefine nail olan, tereddütsüz bir imanla, “Allah seni asla mahcup etmeyecektir.” diyerek, Allah Resûlünü yüreklendiren, cesaretlendiren, şefkat ve korumasıyla, vefatına kadar maddî ve manevî desteğiyle Hz. Peygamberin yanında olan bir Hz. Hatice dindarlığı; tevazusu, itaati, örnek ahlâkı, sabrı ile Hz. Peygamberden bir parça olan Hz. Fatıma’nın dindarlığı ve hayatı boyunca akıl, bilgi ve ahlâk merkezli bir dindarlık üretmeye çalışan, oldukça genç yaşına rağmen dünyalıklar peşinde koşup oyalanmayan, Peygamberin rahlei tedrisinde dinî esasları ve dindarlık prensiplerini öğrenen, öğreten ve yaşayan bir Hz. Âişe’nin dindarlığı arasında elbette önemli farklılıklar görülecektir. Bu örnekleri çoğalttığımızda asrı saadette dahi temelde ortak bir anlayış ve uygulama olmakla birlikte, her Müslüman erkek ve kadında dindarlığın farklı farklı tezahür ettiğini görmek mümkündür. Burada Hz. Âişe’nin şahsında temayüz eden dindarlık tezahürleri üzerinde bir nebze durmak istiyoruz.
Hz. Âişe’ye baktığımızda dindarlığın bütün boyutlarını hayatında topladığını görmekteyiz.
O; kişileri, aileyi ve toplumu zora sokan, zorlaştıran, insan takatini aşan bir anlayışa değil; samimî, ihlâslı, varlıkta ve yoklukta hayat tarzını değiştirmeyen bir dindarlık anlayışına sahipti. Hayatı boyunca akıl, bilgi ve ahlâk merkezli bir din ortaya koymaya ve onu yaşamaya çalışmıştı. Bunun dışındaki uygulamalara ise, her kimde ve nerede olursa olsun karşı çıkmayı kendine ilke edinmişti. Dinin kolaylık ilkesine dair hadislerin, onun tarafından rivayet edilmiş olması manidardır.
Onun dindarlık anlayışı; ibadet adına zora sokan, zorlaştıran değil, kolaylık prensibini ilke edinen bir anlayıştı.
Bu bağlamda Hz. Âişe, Hz. Peygamberin kendine has yaptığı ibadetlerini zora ve sıkıntıya düşme pahasına yapmak isteyen sahabeye karşı çıkarak, onlara engel olmaya çalışmıştır.
Hz. Peygamberin özel ibadetlerinden olan visal orucunu diğer insanların tutmalarına izin vermemiş ve “Allah’a yemin olsun ki ben geceleri kesinlikle oruç tutmam. Çünkü Allah, ‘Orucu geceye kadar tamamlayın.’ buyurmaktadır.” demiştir.
Hz. Âişe, önce Hz. Ebubekir’in rahlei tedrisinden geçmiş, daha sonra vahyin ilk muhatabının yanında eğitimine devam etmiş, geniş ufku, yüksek zekâsı ile pek çok meselede Hz. Peygamberle ilmî mütalâalarda bulunmuştur. Hiçbir hanım onun kadar bilgi ve ilim aşkına sahip olmamış, hiçbir eş ve hoca da eşine veya talebesine Hz. peygamber kadar sabırlı, tatmin edici ve doğru cevaplar vermek için gayret sarf etmemiştir.
Hz. Âişe hem İslâm’ı, hem onun kişilerde yansıması olan dindarlığı en doğru ve sağlıklı anlamak adına, her konuda Hz. Peygambere sorular sormuş, aldığı cevaplar hem sahabe hem de Müslümanlar için geniş açılımlar sağlamıştır. Onun sorgulamaları ifade edilenlerin aksine sadece kadınların özel halleri ve ibadetler konusunda olmayıp, hayatın ve İslâm’ın her alanı ve dindarlığın bütün tezahürleri ile ilgilidir. İbadet, muamelât, ahiret, kıyamet, ölüm, ceza, mükâfat vb. onun Hz. Peygamberle mütalâa yaptığı temel konulardır.
Bu mütalâalar sayesinde Hz. Âişe, Kur’an’dan ve Allah Resûlünden aldığı sahih bilgileri akılla yoğurarak olgunlaştırmış, Peygamberin vefatından sonra 47 yıl bu bilgileri diğer insanlara taşımış, pek çok talebe yetiştirmiş ve müminlerin bilge annesi olmuştur.
Hz. Âişe’de temayüz eden derunî dindarlık, onu, sahip olduğu mevki, ilim ve şöhretten dolayı ibadetlere karşı müstağni kılmamış, bilâkis züht ve takva sahibi olmanın gereklerini fazlasıyla yerine getirmiştir. Farz namazın dışında geceleri nafile namaz kılması, günlerinin çoğunu oruçlu geçirmesi, kimsenin aleyhine konuşmaması bunu açıkça göstermektedir.
Onun dindarlık anlayışı kendisini toplumdan soyutlamamış, bilâkis toplumun problemlerine, sıkıntılarına çözüm bulmaya yöneltmiştir. Yetim çocukları alıp terbiye edip, yetiştirip evlendirmeyi kendisine bir vazife telâkki etmiştir. İmkân bulduğunda köle azat ederek, insan hürriyetine verdiği önemi davranışlarıyla göstermiştir.
Onun dindarlığı münzevî bir hayatı tasvip etmeyip, hayatın her döneminde ve alanında yansımalarını gördüğümüz bir anlayıştır.
Sahabeden Said b. Hişam, Hz. Âişe’nin yanına gelerek, dünyadaki her şeyden el etek çekmek istediğini söylediğinde şöyle demiştir: “Bunu yapma. Sen, ‘Andolsun ki Allah Resûlünde, sizin için güzel örnekler vardır.’ ayetini okumadın mı? Allah Resûlü (s.a.s.) evlenmiş ve çocuk sahibi de olmuştur.”
Müminlerin annesi Hz. Âişe de inzivaî bir hayat yaşamayıp, hayatın her alanında, ihtiyaç duyduğu ve ihtiyaç duyulan her sahada İslâm’ı doğru anlamak ve anlatmak adına yer almış, bu konuda İslâm tarihinde müstesna bir mevkî kazanmıştır.
Ayrıca onun dindarlığı, teslimiyetçi bir anlayış değil, sorgulayıcı bir dindarlığı öngörmüştür. Hz. Âyşe’yi okuyup tanıdığımızda, onun Allah Resûlü ile birlikte geçirdiği zamanı, İslâm dini ve onun temel prensiplerini öğrenmekle, öğretmekle ve yaşamakla geçirdiğini müşahede ederiz. Sahabenin büyüklerinden her âlim, her kâri ve her ravî, her zahit onun rahlei tedrisinden geçmiş, hatta, “Dininizin yarısını şu Humeyra’dan alınız.” hadisine mazhar olmuştur. Yine başka bir rivayete göre “şeriatın dörtte birini nakletme şerefi” ona nasip olmuştur.
Onun dindarlık tezahüründe İslâm’ın temel ibadet ilkelerine azamî dikkat yanında, İslâm’ın temel ilkelerine, Kur’an’ın evrensel öğretilerine ve Hz. Peygamberin sünnetine aykırı gördüğü rivayetleri ve uygulamaları cesurca eleştirerek aklı kulağa, dirayeti rivayete tercih ettiği görülmektedir.
Yine o, bazı konularda ve özellikle kadın aleyhine yorumlanan ayet ve hadislerin doğru anlaşılması hususunda sahabeye itiraz etmiş, onun bu tavrı İslâm ilim dünyasında tenkit geleneğinin temelini oluşturmuştur. Hz. Âişe kadını küçük düşüren, hor gören, aşağılayan anlayışı reddederek itirazını ayet ve hadislerle temellendirmiştir. Tenkit ve tashihleriyle pek çok meselede Müslüman toplumları aydınlatan bir ilim ve fazilet meşalesi olmuştur.
Hz. Âişe’nin dindarlık anlayışı onu dünyalıklara iltifat ettirmemiştir. Varlıkta da darlıkta da aynı tarzda yaşamış, eline geçeni biriktirerek yoksul ve fakirlere paylaştırmış, sosyal yaralara merhem olmaya çalışmıştır. Bir defasında Muaviye’nin hediye olarak gönderdiği giysilere ve paralara bakarak ağlamış ve “Fakat Resûlullah bunlardan hiçbirisini bulamazdı.” diyerek hepsini infak etmiştir.
Onun dindarlığı siyasî olaylarda gördüğü yanlışlıklara itirazına engel olmamış, bilâkis bir hakkı ifa etmek olarak görmüştür. Hz. Osman’a biat etmiş, ama sağlığında onu eleştirmiş, ölümünden sonra ise katledilmesine sebep olanların bulunup cezalandırılması için çabalamış, bu süreç onu, İslâm tarihinin en acı olaylarından biri olan Cemel Vakasına kadar götürmüştür.
Yine Muaviye’nin ona uyarı mektupları göndermesi, dindarlık algısının farklı bir tezahürü olarak görülmelidir. Yapılan yanlış uygulamalara sessiz kalmayıp tavır almıştır. Muaviye’nin uygulamalarına karşı kimse sesini yükseltme cesaretini gösteremezken, ona mektup göndererek, “Allah Resûlünden duydum ki bir adam insanların değil, Allah’ın rızasını kazanmaya çalışırsa, Cenabı Hak onu insanların rızasını kazanmadığı için meydana gelecek her türlü kötülükten korur. Allah’ın rızasını bir tarafa bırakıp insanların rızasını kazanmaya çalışanları da Allah insanlara bırakır.” diyerek uyarısını yapmıştır.
Öte yandan Hz. Âişe’nin dindarlığı, insanî özelliklerini baskılayan, örten bir dindarlık da değildir. Kimi zaman eşine olan sevgisinin boyutu kıskançlık duygularını kamçılamış ve gece ibadet için yanından ayrılan Hz. Peygamberi takip etmek istemiştir. Kimi zaman bal şerbeti olayında olduğu gibi, Hz. Peygamberin diğer eşlerini kıskanmış, pişirdikleri yemeği dökerek duygularını dile getirmiş, kimi zaman ise bir Müslüman hanımın başına gelen en acı tecrübeyi İfk Olayı ile yaşamıştır. Akabinde Allah’ın ayetleriyle masumiyeti ispatlanan Hz. Âişe, yakınlarına ve sahabeye karşı olan incinmişliği ve kırgınlığını, “Ben Allah’tan başkasına asla teşekkür etmem.” sözü ile ifade ederek Rabbine olan sonsuz güven duygusunu bir kez daha tazelemiştir.
Onun dindarlık anlayışı Hz. Âişe’yi hiçbir konuda pasifize etmemiştir. Hayatı boyunca ne pasif bir dinleyici, ne pasif bir talebe, ne de hoca olmuştur.
Onun Medine ile sınırlı bir bilgi dünyası da olmayıp, muhtelif şehir ve bölgelerdeki Müslümanların problemleriyle dahi ilgilenmiştir. Fukaha için büyük bir hazine olan fetvaları, Medine fıkhının temelini oluşturacak kadar etkili olmuştur.
Hz. Âişe ile ilgili müstakil bir eser kaleme almış olan Süleyman Nedvî’nin şu ifadelerine katılmamak mümkün değildir:
“Tarihin bütün sayfalarını karıştıracak olursak, dinî, ahlâkî, siyasî ve medenî bütün meziyetleri şahsında toplamış ve bütün bunların icaplarını yerine getirmiş, ilmî, amelî bir rehber olmuş Hz. Âişe’den başka kadın göremeyiz.”
Müslüman hanımların sağlıklı bir din ve dindarlık anlayışına yapılabilecek en büyük katkılardan birinin, hadis külliyatının ve tarih sayfalarının aralarında gizli kalan Hz. Âişe bakış açısını yeniden gün yüzüne çıkarmak olacaktır, kanaatindeyiz. Böylece Hz. Âişe’nin ayna ve sürmelikle oyalanmak şöyle dursun, İslâm’ın aynasına yansıtılmak istenen yalan yanlış haberlere karşı din ve dindarlık adına, akıl ve nakil adına, yıllarca Hz. Peygamberin yanında ve yakınında olmanın verdiği cesaretle nasıl bir duruş sergilediğini görmek mümkün olacak ve her Müslüman hanım bundan payına düşeni alabilecektir.