Hz. Peygamber, 622’de Medine’ye hicretiyle birlikte aile efrâdı için ev ve bir mescit yapılmasını istemiştir. “Ev Mescidi” olarak da isimlendirilen Mescidi Nebevî, her kenarı 100 zira’ uzunluğunda, alttan 3 arşın kısmı taştan, üstten 4 arşınlık kısmı ise kerpiçten olmak üzere 7 zira’ yüksek liğinde çevrilen kare plânlı bir avlu şeklinde inşâ edildi. Bu avluya, doğudaki Bâbı Cebrâil, batıdaki Bâbı Atîk ve güneydeki Bâbü’sSelâm adlı kapılardan girilmekteydi. Kıble duvarı önünde, hurma kütükleri üzerine oturan iki sıradan oluşan bir gölgelik mescidin harim kısmıydı. Avlunun güney doğu köşesine Hz. Peygamberin zevceleri için ilk etapta iki tane hücre yapılmıştı. Daha sonraları bu hücrelerin sayısı ihtiyaca binâen dokuza kadar çıkarılmıştır. Ayrıca, avlunun güney tarafına, Mekke’den hicret eden kimsesiz ve fakir muhacirler için de, daha sonraları bir ilim ve irfan yuvasına dönüşecek olan, üzeri hurma dalları ve yaprakları ile bir gölgelik (zulla) şeklinde örtülen suffe yapılmıştı. Zeminine ince kumların döşendiği mescidin mihrap ve minaresi yoktu. Ancak caminin kıblesini işaret etmek için kıble duvarına bir işaret konulmuş, ezan da mescidin damında okunmaktaydı. 2 Ocak 624’te kıblenin Kudüs’ten Kâbe’ye çevrilmesiyle birlikte, “Suffe” kısmı güneyden kuzeye harim de kuzeyden güneye alınmış ve güneydeki kapı kapatılarak kuzey duvarına açılmıştı. Avlunun ortasında Müslümanların abdest almaları ve orada ikâmet edenlerin su ihtiyacını karşılamak amacıyla bir de kuyu bulunmaktaydı.
İlk şeklinden günümüze hiçbir şey kalmayan Mescidi Nebevî bir mimârî üslup ve kâideler manzumesi getirmemiştir ama, asırlarca devam edecek olan çok direkli cami plânını hediye etmiştir. Ayrıca, Mescidi Nebevî suffasıyla daha sonraki medreselerin ve tekkelerin, hücreleriyle meşrutaların ve sarayların, su kuyusuyla şadırvanların, gerektiğinde yaralıların tedavi edildiği yer olması nedeniyle de dârüşşifâların habercisi ve öncüsü olmuştur.
İslâm mimarîsinde dört halife döneminde inşa edilen önemli mescitler Kûfe (635636), Basra (635) ve Fustat Amr Mescidi (641642)’dir. Bu mescitler, etrafı kamışla, hendekle veya duvarla sınırlandırılmış ve yanlarında komutan evi (darü’limâre) bulunan geniş alanlardan ibâretti. Daha ilk dönemlerde çok değişikliğe uğrayan ve “ordugâh mescitleri” olarak anılan bu mescitler hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Bu nedenle, Emevî dönemi (661750) camileri, ilk plân şemalarının oluşumu ve daha sonra inşâ edilecek camilere örnek olmaları bakımından büyük önem arz etmektedir. Kapalı bir ibadet mekânı ve etrafı revaklı avludan meydana gelen cami plânı bu dönemde oluşumunu tamamlayarak, bazilikal ve transept plânlı düzenlemeler ortaya çıkmıştır. Mescidi Aksa (702), Şam Ümeyye (705715), Kayravan Seydi Ukba (670728), Halep Ulu(8. yüzyılın ilk yarısı) ve Harran Ulu camileri (8. yüzyılın ilk yarısı) önemli örneklerdir. Çift katlı kemerleri, dört köşeli minaresi, mihrap önündeki kaburgalı kubbeleri ve tekerlekler üzerinde hareket eden minberi gibi özellikleriyle bilinen Kurtuba Ulu Câmii ise (786961) Endülüs Emevileri döneminden kaydedilmesi gereken diğer önemli bir camidir.
Abbasiler Dönemi (7501258) ilk zamanlarında İslâm kültür ve medeniyetinde önemli gelişmelerin yaşandığı bir devirdir. Bu dönemin camilerinde ise Mezopotamya ve Doğu yapı geleneklerinin tesiri görülmektedir. Abbasiler, Emevilerin revaklı avlu ve kapalı ibadet mekânlarından meydana gelen çok ayaklı dikdörtgen plânlı cami biçimlerini devam ettirmekle birlikte, tuğla ile yapılan, ştuk (alçı) tezyinatlı ve âbidevî ölçülere sahip camileriyle Emevi camilerinden ayrılan farklı bir cami mimarisi ortaya koymuştur. Samerra Ulu Camii (848852) İslâm mimârisinin en geniş mabedi olması, Emevi yapılarının aksine tuğladan inşâ edilmesi, kemer kullanılmayarak düz damın doğrudan doğruya ayaklara oturması, dışardan helezonik bir rampayla çıkılan malviye tipindeki minaresi ve avlusunun doğu ve batısında dörder sıra ayak üzerine oturan dörder, kuzey tarafta ise üç sıra revaklarla çevrili olması gibi özellikleriyle bu dönemin en önemli camisidir. Damgan Târı Hâne (750786), Ebu Dülef (861862) ve Nayin Câmiü’lKebîr (960) belirtilmesi gereken önemli camilerdir. Minaresinin malviye tipinde olması, etrafındaki ziyadeler bölümü ve tuğladan yapılması gibi özellikleriyle Samerra Ulu Camii ile benzerlikler gösteren Kahire’deki Tolunoğlu Ahmet Camii (876879) ise zarif alçı süslemeleri bakımından da dikkati şayan bir eserdir.
Fatımi dönemi (9091171) mimarîsi belirli ölçüde Emevi, Abbasi özellikle de Ağlebi ve Tolunoğlu mimarî anlayışından etkilenmiş olsa da, esas itibariyle belirgin bir şekilde Kuzey Afrikalı ve Berberi bir karaktere sahiptir. Yapıların, iç ve dış süslemelerinde kendine özgü Fatımi zevk ve anlayışı ortaya konulmakla birlikte, revaklı avludan oluşan çok ayaklı cami plânı tekrarlanmıştır. Mehdiye (916), Kahire Ezher (972), Sfaks (988), Kahire elHakim (9901003), Kahire elCuyuşi (1085), Kahire elAkmer (1125) ve Kahire elTalayi (1160) gibi câmiler Fatımîlerin en önemli camileridir.
Karahanlılar devri (8401212) Anadolu öncesi Türk İslâm mimarîsi bakımından önemli bir yere sahiptir. Çünkü Türk İslâm mimarîsinin ilk örnekleri bu dönemde ortaya konmuştur. Yapılarda önceleri kerpiç kullanılırken, sonradan giderek tuğla kullanımı ağırlık kazanmıştır. Mihrap önü kubbeli plân şeması ile merkezî plânlı cami formunun ilk örnekleri bu dönemde yapılmıştır. XI. yüzyıl başlarına tarihlenen merkezî plânlı Hazara Camii, enine gelişmiş plânı ve büyük boyutlu kubbesi ile Talhatan Baba Camii (XI. yüzyıl sonlarıXII. yüzyıl başları), portal cephesindeki pişmiş topraktan yapılmış zengin süslemeleri ve bunlar arasındaki çini tezyinatı ile dikkat çeken Muğak Attari Camii (XII. yüzyıl) Karahanlıların en önemli camileridir. Türk Cami mimarisinin Karahanlılarla başlayan gelişimi Gazneliler (9631187)’de de devam etmiştir. Bu dönem camilerinden, Gazne’de yapılmış olan ağaç direkli, ahşap düz çatılı ve zengin süslemeli Arusu’lFelek Camii (9981030), Anadolu selçuklu cami mimarisinde önemli bir yere sahip olan ağaç direkli camilere öncülük ederken, Leşkeri Bazar Ulu Camii (XI. yüzyılın ilk yarısı) ise enine gelişme gösteren, dikdörtgen plânı ve mihrap önü kubbesiyle Türk cami mimarîsinin Anadolu’daki gelişme sürecinde önemli bir aşamasını ve plân tipini oluşturmaktadır.
Büyük Selçuklular dönemi (10401307)’nde Türk mimarisinde daha önce başlayan gelişmeler değerlendirilerek, âbidevî bir cami mimarisi ortaya konulmuş, dört eyvanlı, avlulu ve mihrap önü kubbeli plân şeması ustalıkla uygulanmıştır. Bu plân tipi, bütün İran ve Orta Asya’da inşa edilen diğer camilere de örnek teşkil etmiştir. Önemli bölümleri Melikşah döneminde (10721092) yapılmış olan Isfahan’daki Mescidi Cuma, Gülpayegan Camii (11081118), Kazvin Mescidi Cuma (11131119), Barsiyan Mescidi Cuma (1134), Zevvare Mescidi Cuma (1135) ve Ardistan Mescidi Cuma (1158) Büyük Selçukluların İran’da inşâ ettikleri önemli camilerdir. Kubbeye eyvanı birleştiren bir çekirdeğe sahip bu Selçuklu camilerine “Köşk Tipi” camiler de denilmektedir. Anadolu’da, XIII. yüzyılın başından itibaren Konya ve Akşehir’de ilk örnekleri görülen tek kubbeli küçük mescitler de inşâ edilmiştir.
Selçuklu ile osmanlı devri mimarîleri arasında bir köprü vazifesi gören ve her iki devri birbirine bağlayan dönem Beylikler devridir. Çünkü bu dönemin yapılarında hem Selçuklu döneminin izlerini hem de Klasik Osmanlı mimarîsinin hazırlayıcısı ve habercisi durumunda olan eserleri görmek mümkündür. Küçük beyliklerin sınırlı imkânlarla sürdürdükleri mimarî faaliyetlerin temelinde, XIV. yüzyıla kadar olan gelişmelerle mahalli geleneklerin bağdaştırılma istekleri bulunmaktadır. Bu bağlamda cami plânına revaklı avlu ve son cemaat mahallinin eklenmesi, çok fonksiyonlu camilerin ortaya çıkışı gibi daha önce mevcut olmayan birtakım yeni gelişmelerin görülmesi yanında, medrese ve türbe ile birlikte bir külliye olarak yapılan Manisa Ulu Camii(1376) mihrap önü kubbesi bakımından, Selçuk İsa Bey Camii(1374) ise revaklı avlusu ve kıbleye paralel uzanan iki sahın ve bunu ortadan kesen, arka arkaya iki kubbeyle örtülü başka sahından oluşan harimiyle önemli câmilerdir.
Beyliklerden sonra Anadolu’daki Türk cami mimarîsinin en önemli örnekleri erken Osmanlı döneminde (12991481) yer almaktadır.
Klasik dönem (14811720) Osmanlı câmileri genellikle bir külliye içerisinde yer alarak külliyenin ana yapısını veya merkezini oluşturmuştur. Osmanlı döneminde ilk devirlerden itibaren cami harimlerini tek bir dam altında toplamak arzusu ortaya çıkmış ve bunu gerçekleştirmek amacıyla tek kubbe ile örtülü, geniş alanların cami harimine dahil edilme imkânları araştırılmış ve kubbe mimarîsindeki bu gelişim süreci ile merkezî plân şeması Mimar Sinan’la son noktasına ulaşmış, ondan sonra gelenler ise bu konuda herhangi bir yenilik getirememişlerdir.
Lale Devri’yle birlikte başlayan Batı etkileri giderek artmış ve XVIII.yüzyılın ikinci yarısından sonra Osmanlı sanatı ve mimarisi Barok ve Rokoko üsluplarının etkisi altına girmiştir. Barok tesirinin kuvvetle hissedildiği ilk büyük ve önemli eser İstanbul Nuru Osmaniye Camii (17481755)’dir. Caminin harim kısmı ve kubbe ile örtülü kübik kütlesi Osmanlı mimarisinin geleneksel özelliklerini taşımakla birlikte, avlunun oval şekli klasik formdan ayrılarak Batı etkisini açıkça göstermektedir. Ayrıca, kıvrık yuvarlak kemerler, oval pencereler, S biçimindeki payandalar, zengin profiller, kornişler, kapı girişlerindeki soyut motifler, C ve S kıvrımları bu etkinin önemli göstergeleridir. Üsküdar Ayazma Camii (17571760) ile Lale Camii (17491763)’nde ise Barok tesirler mimarîden ziyade daha çok ayrıntılarda ve tezyinatta kendini belli etmektedir. Cami mimarisindeki Barok tesirler biraz azalarak da olsa İstanbul dışında inşâ edilen Aydın Cihanoğlu (1756), Yozgat Çapanoğlu (17771779) ve Safranbolu İzzet Mehmet Paşa (1796) gibi camilerde de görülmektedir. İstanbul Selimiye(1805) ve Nusretiye (18221826) camilerinde Barok ve Ampir Üslubu’nun tesiri birlikte görülürken, Dolmabahçe (1853), Ortaköy (1854), Kağıthane (18631864), İzmir Kemeraltı (1812), Konya Aziziye (1867) ve Kütahya Ulu (XIX.yüzyıl sonu) camilerinde ise Ampir Üslubu kendini daha kuvvetli bir şekilde belli etmektedir. XIX.yüzyılın sonlarında, yabancı mimarlar ve ustalar tarafından icra edilen mimarî anlayış, Osmanlı toplumunda ve yerli mimarlarda ciddi bir tepki yaratarak, mimarîde yeniden Klasik Türk Üslubu’na dönme gayretlerini doğurmuştur. Neo Klasik Türk Üslubu olarak adlandırılan ve 1930’larda son bulan bu akımın öncüleri Vedat Tek ve Kemalettin Bey gibi mimarlar olmuştur. İstanbul Yeşilköy Mecidiye Camii (1909) ile Bebek Camii (1913) bu üslupta inşâ edilen camiler arasında yer alan örneklerdendir.
Abdülkadir Dündar