[Kehf, 54/110] buyrulmaktadır.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)’in önderliğinde O’nun seçkin ashabı, tabiin ve büyük İslam âlimleri, müctehidleri ve mutasavvıfları tevhid yolunu izleyerek huzuru, ilahi aşkı hep Kur’an’ın “tezkiye”, sünnetin “ihsan” kelimelerinde ifadesini bulan zühd ve takva ile Allah’a en iyi kul olma mutluluğuna ermişlerdir.
Ünlü İslam bilginlerinden Necmüddin Kübrâ’nın ifadesiyle Allah’a giden yolların sayısı, kulların nefeslerinin adedi kadardır. Yani Allah’a ulaşmak isteyen insanların, Allah’a ulaşmak için hiçbir aracıya, hiçbir kula bağlanması şart değildir. Bir Müslümanın araya herhangi bir vasıta koymadan doğrudan doğruya Allah’ın kitabına ve Hz. peygamber (s.a.s.)’in sünnetine müracaat etmesi yeterlidir. Çünkü dinimizin yegane kaynağı Kur’an ile Kur’an’ın açıklama ve uygulamasında bize ışık tutan Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sünnetidir. Bu iki kaynaktan yararlanma konusunda uzmanlaşmış kişilerin bilgilerine de başvurulabilir.
Bundan dolayı bir Müslümanın tarikata girme, bir şeyhe rabıta yapma gibi dinî bir vecibesi yoktur. Nitekim hiçbir sahabi Rasulüllah (s.a.s.)’ı aracı kılarak rabıta yapmadığı gibi, hiçbir tabiin de sahabeyi aracı kılarak rabıta yapmamıştır. Ancak tasavvuf, İslam tarihinde asırlardan beri süregelen manevi bir eğitim hareketi olarak Müslümanların bir kısmının hayatına girmiştir. İslam’ın çeşitli ülkelere, bilhassa Anadolu’ya yayılmasında büyük fonksiyon icra etmiştir. Şu kadar var ki, zamanla bu harekette çeşitli etkenlerle önemli sapmaların vuku bulduğu da inkâr edilemez bir gerçektir. Neticede bu hareket, küfür sınırından İslam’ı mükemmel bir şekilde yaşamaya çalışanlara kadar çok geniş bir yelpazeye yayılmıştır. Bunun için İslam âlimleri, dinî ölçülere uymayan, kitap ve Sünnet’e ters düşen bir tasavvuf hareketini reddetmişler, İslamî ölçüler içinde kalanlarına ise hüsnü kabul göstermişlerdir.