Sen bize, hâl diliyle, inanmak sözle olmaz; “iman fedakârlıktır”, “iman samimiyettir” diyordun.
Yesrib’i Medine’ye dönüştürebilmek için, içinde yaşadığımız “Yesrib”lerimizi “Medine”leştirmek için, “Mus’ab” olmamız gerektiğini gösteriyordun, kısa hayatına dört hicreti sığdırarak.
Dünyanın bütün nimetleri önünde olsa da, hepsini elinin tersiyle iterek “hayat kariyer ve konfordan ibaret değildir”, “hayat iman ve cihattan ibarettir” diyordun, çağlar ötesinden.
Biz seni anlayamadık ya Mus’ab! anlayamadık!..
***
Takvim yaprakları Miladi 610 yı lı nı gösterirken Kâinatın Efendisi’ne ilk vahiy indiğinde Mus’ab b. Umeyr 25 yaşlarındaydı. İslam daveti yavaş yavaş Mekke’de yayılmaya başladığında; Mekke’nin en zarif, en kibar ve en yakışıklı delikanlısı da duymuştu bu daveti.
Mekke’nin en zengin ailelerden birisinin evladıydı Mus’ab. Üç erkek kardeşin en küçüğü, en nazlısı, annesinin gözbebeğiydi. En güzel elbiseleri, ayakkabıları o giyinir, en güzel kokuları o kullanırdı. Öyle ki Mekke sokaklarından geçtiğinde insanlar kokusundan, oradan Mus’ab’ın geçtiğini anlarlardı. Herkesin gıpta ettiği Mus’ab’ı Hz. peygamber (s.a.s.) şöyle anlatır: “Mekke’de Mus’ab b. Umeyr’den daha güzel giyinen, daha yakışıklı ve nimetler içinde yüzen başka bir genç görmedim”
Dünyevi Haz ve İsteklerden Allah ve Resûlü’nün Yoluna Hicret:
Çocukluğunu, ilk gençliğini varlıklı bir ailenin sunduğu imkânlarla geçirdi Mus’ab, tâ ki Resûlullah’ın mesajını duyana kadar devam etti, bu görkemli hayat.
Ancak bir gece vakti, Hacun Dağı’nda sohbet ederken; arkadaşlarının “Duydunuz mu Abdulmuttalib’in yetimi Muhammed, “Ben Allah’ın peygamberiyim, tapmakta olduğunuz bu putlar boştur, hiçbir fayda sağlamaz, Allah ise birdir, her şeyi gören ve bilendir, yaratan O’dur, O’na ibadet ediniz, diyormuş” ifadeleriyle yüreğine bir alev düştü. Duydukları gönlüne yer etmişti, içinde olduğu boşluğa bir cevap bulmuştu, işittikleriyle. Eve geldi, yağmalanmış yüreğiyle düşünmekten sabaha kadar gözlerine uyku girmedi.
İslam’ı ilk kabul eden altı kişiden birisi olan Habbab b. Eret’le (r.a.) karşılaşana kadar devam etti, bu hâl. Demircilik yapan Habbab’a (r.a.) “Bu sıcak demiri nasıl elinde tutuyorsun, elin yanmıyor mu?” diye yönelttiği soruya, “Yüreğimde öyle bir yangın var ki, bedenimdeki acıyı hissetmiyorum” cevabını aldığında “Benim de yüreğim yanıyor fakat senin kadar cesur değilim, senin gibi bu kızgın demiri elimle tutacak cesaretim yok. Sen bu cesareti nereden buluyorsun?” sorusunu sorması, kendisini Resûlullah’ın mesajına ulaştıracak bir kapı araladı karşısında Mus’ab’ın. Habbab b. Eret (r.a.) o güne kadar Resûlullah’tan öğrendiği bütün hakikatleri anlattı, Mus’ab’a. Bütün duydukları karşısında ise verdiği tepki “Muhammed nerede, beni oraya götür” oldu, Mus’ab’ın Vakit hicret vaktidir Mus’ab için; karanlıktan aydınlığa, zulmetten nura, küfürden imana hicret. Fahri Âlem efendimizin (s.a.s.) yanına varmak için, Ebu Cehil’in yeğeni Erkam’ın evinde buluşmak üzere sözleşirler Habbab b. Eret’le (r.a.). Nihayet Mus’ab, Daru’lErkam’a gelir ve Allah Resûlü (s.a.s.)’nü görür görmez gözyaşları arasında şehadet getirip Müslüman olur.
Müslüman olmak; bir vazgeçiştir, bir kimlik beyanıdır dünyevi hazlar karşısında. Açıktan bildirmese de ailesine artık Müslüman olduğunu; tavırlarındaki değişiklikler ele verir içinde bulunduğu durumu. Annesi Hünas, çağırır Hz. Musab’ı yanına ve sorar: “Oğlum! Öğrendiklerim doğru mu?” Hz. Mus’ab, hiç tereddüt etmeden “Evet doğru, ben Müslüman oldum.” dediğinde çeşitli sözlerle onu dininden döndürmeye uğraşır, başarısız olduğunda da onu tehdit etmeye başlar. Onu dininden döndürmek için biricik yavrusunu kölelerine kamçılatarak işkence etmeye başlar, hapsederek aç ve susuz bırakır. Ama Hz. Mus’ab imanından bir adım dahi geri atmaz.
Mekke’den Habeşistan’a Hicret
Nübüvvetin beşinci yılında takvim miladi 615 yılını gösterirken; Mekke, Mus’ab b. Umeyr (r.a.) için ailesinden gördüğü eziyetler nedeniyle artık katlanılamayacak bir yer durumundadır. Hicret imkânı çıkınca, dinini daha rahat bir şekilde yaşayabilmek için ikinci hicretini gerçekleştirir ve Resûlullah’ın izniyle işkencelere maruz kalan diğer on dört Müslümanla birlikte Habeşistan’a hicret eder.
Bir müddet Habeşistan’da kaldıktan sonra Mekke’nin ileri gelenlerinin Müslüman olduğu şeklinde bir haber kendilerine ulaşınca Mekke’ye, o eşsiz sevgiliye, Allah’ın Resûlü’ne döner.
Hâlbuki duyulan haber asılsızdır, yumuşamamıştır siyah kayalar, Mekke ileri gelenlerinin İslam’a olan düşmanlığı devam etmektedir. Ama ayrılamaz Resûlullah’ın yanından bir kez daha, Birinci Akabe Biatına (621) kadar Mekke’de kalır.
Hz. Ali (r.a.), onun Mekke’deki hâlini şöyle anlatır: “Bir gün Resûlullah ile oturuyordum. Bu sırada Mus’ab b. Umeyr (r.a.) geldi. Üzerinde yamalı bir elbise vardı. Onun bu hâlini görünce, Resûlullah’ın mübarek gözleri yaşla doldu. Çünkü o, Müslüman olmadan önce servet içinde idi. Dini uğruna bunların hepsini terk etmişti. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) onun hakkında şöyle buyurdu: “Kalbini, Allah Tealâ’nın nurlandırdığı şu kimseye bakın. Anne ve babasının onu en iyi yiyecek ve içeceklerle beslediklerini gördüm. Allah ve Resûlü’nün sevgisi, onu gördüğünüz hâle getirdi.”
Yaşadığı hayat, Hz. Mus’ab’ın samimiyetinin, teslimiyetinin bir göstergesidir. Bir gencin, kendi iradesine ne kadar muktedir olabileceğinin bir nişanesidir aynı zamanda. Hiçbir bahanenin arkasına sığınmadan, kalabalıklara göre değil, inancına göre yaşamanın sembolüdür Hz. Mus’ab. İşte bu nedenle Efendimiz (s.a.s.), onu “Mus’abu’lHayr” (hayırlı Mus’ab) diye anmıştır.6
Mekke’den Medine’ye Hicret
Allah yolunda hiç bir kınayıcının kınamasından korkmayacağımıza, Allah’a asla şirk koşmayacağımıza, hırsızlık ve zina yapmayacağımıza, çocuklarımızı öldürmeyeceğimize, hiç kimseye iftirada bulunmayacağımıza … söz veriyoruz!
Medine’den gelen on iki kişinin Birinci Akabe Biatı’ndaki bağlılık ifadeleridir bu cümleler. Artık İslam, Mekke dışında da kabul görmeye başlamıştır. 621 yılının Zilhicce ayında bu bir avuç insan, inançlarını Resûlullah karşısında kesin bir şekilde mühürledikten sonra Medine’de kendilerine İslam’ı anlatmak ve tebliğ etmek için bir öğretici isterler. Hz Mus’ab için muhacir olma vaktidir yeniden. Zira, bu önemli görev için Allah Resûlü (s.a.s.); güleryüze, tatlı dile ve üstün bir ahlaka sahip olan Mus’ab b. Umeyr’i görevlendirir. Böylece, Allah’ın elçisinin elçisi olarak, Medine’ye ilk hicret eden sahabi, Hz. Mus’ab
b. Umeyr olacaktır. O, İslam’ın başka beldeye gönderilen ilk davetçisi… O, Medineliler’in önderi ve İslam’ı en güzel şekilde yaşayarak gönüllere aktaracak örnek insan…
Mus’ab b. Umeyr (r.a.), Resûlullah’ın verdiği görevi üstlenir ve Medine’ye ulaşmak üzere düşer yollara. Bu teslimiyetiyle bize, hâl diliyle “inanmak lafla olmaz, baş koymak gerekir” der çağlar ötesinden, er meydanına çıkacak kişinin kenarda köşede saklanma hakkının olmadığını, “ben yapmayayım da filanca yapsın” deme lüksünün olmadığını gösterir, samimiyetiyle. Hiçbir akrabasının olmadığı, sabit bir gelirin vadedilmediği bir şehre, “zorunlu hizmetimi doldurayım da bir an önce geri gelirim” diye düşünerek değil, Yesrib’i Medine yapabilmek için düşer yollara. Ve Medine’ye ulaştığında, Medineli ilk Müslümanlardan Es’ad b. Zürâre’nin (r.a.) evine yerleşir.
Yer : Es’ad b. Zürâre’nin (r.a.) evininin bahçesi,
Mus’ab (r.a.) etrafında bulunan Müslümanlara İslam’ı anlatıyor, bu sırada güçlü bir ses duyulur ileriden: “Buraya zayıf akıllıları aldatmak için mi geldiniz! Hayatınızdan olmak istemiyorsanız terk edin burayı!” Elinde mızrağı ile bütün hiddetiyle konuşan Evs kabilesinin reislerinden Üseyd b. Hudayr’dır. Etrafta bulunanlar telaşlanırlar, ama pek çok işkence ve hakarete Allah ve Resûlü hatırına katlanan ve Resûlullah’ın özel terbiyesinde yetişen Mus’ab (r.a.), onun bu taşkın hâlini gayet sakin bir şekilde karşılar. Hakikat nasıl anlatılır, bunu bize gösterircersine seslenir Üseyd’e: “Biraz soluklanıp sözüme kulak verir misiniz? Hoşunuza gitmezse söylenenler, o zaman engel olursunuz”. Üseyd, bu nezaket dolu ifadeler karşısında teslim olur, saplar mızrağını yere ve başlar Mus’ab’ı dinlemeye. Dinledikçe ufkunda şimşekler çakar, sonsuzluk çiçekleriyle donanır yüreği, “Bu ne kadar güzel, ne kadar iyi bir sözdür” der ve tekrar eder Mus’ab’la birlikte hayatına hayat katan o cümleyi: “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah.”
Üseyd’i, Sa’d b. Muaz takib eder, nedir bu başımıza gelenler? der kendi kendine, herkes sınırını bilmelidir ona göre de. Ancak, Mus’ab’ın (r.a.) yanına kılıcını kuşanmış bir hâlde girdiğinde duyduğu Kur’an ayetleriyle, tereddüt oymak oymak kemirir ruhunu, duydukları da nedir böyle? Ve çok geçmeden, Üseyd’i teslim alan hakikat, Sa’d’ın da ruhunu kaplar ve dökülür dudaklarından teslimiyet muştusu.
Medine’nin iki büyük kabilesinden birisi olan Evs kabilesi için artık vakit, bulanık sulardan arınma vaktidir. Sa’d b. Muaz (r.a.) seslenir lideri olduğu kabilesine: “Ey kavmim beni nasıl biliyorsunuz?”
- Sen bizim büyüğümüz ve üstünümüzsün, derler.
- “Öyle ise Allah’a ve Resûlüne iman etmelisiniz. İman etmedikçe sizin erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana haram olsun.”
Mus’ab b. Umeyr’in (r.a.) samimiyeti, nezaketi ve tebliğ üslûbu bütün bir Evs kabilesinin Müslüman olmasının yolunu açar. Evvela kendi başını koyar Üseyd b. Hudayr’ın ve Sa’d b. Muaz’ın tehdidinin önüne, önce durun ve dinleyin diyerek onların da başını kurtarır ebediyyen. Ve o gün Sa’d b. Muaz (r.a.) önderliğinde bütün Evs, İslam’la tanışır.13 Artık Medine’nin bütün evleri tek tek aydınlanmaya başlamıştır, Es’ad bin Zürâre’nin (r.a.) evi bir Kur’an okuluna dönüşür; Medine’nin Daru’lErkâm’ıdır artık evi. O, namaz kılacakları zaman imamları, ihtilaf ettikleri zaman hakemleridir. İnsanlara, yalnızca dine nasıl girileceğini göstermemiştir, O. İslam’ın nasıl yaşanması gerektiğini öğretmiştir asıl, bütün hâl ve hareketleriyle.
Ve bir yıl sonra, miladi 622 yılında, Mus’ab b. Umeyr (r.a.) Medine’den yetmiş beş Müslüman ile birlikte Resûlullah’la Akabe’de buluşmak üzere Mekke’ye doğru yola çıkar. Tek kişi olarak ayrıldığı Mekke’ye yetmiş beş kişiyle dönüşü memnun eder Efendimizi. Ve Rahmet Peygamberinin (s.a.s.), Kanınız kanımdır… Affınız affım… Ben sizdenim, siz de benden!...” ifadeleriyle, İkinci Akabe Biatı’nda onurlanan heyetin başındadır. Yesrib’de ilk cuma namazını kıldırandır; Yesrib’i, Âlemler Sultanı’nın hicretine hazırlayandır…
İkinci Akabe Biatı’ndan sonra günler geçmek bilmemektedir. Âlemler Sultanının teşrifini bekler, Yesrib. Allah Resûlü ile birlikte secde etmenin, onunla birlikte elleri Allah’a (c.c.) açmanın, “Veda tepesinden `Ay` doğdu üzerimize” diyebilmenin umudu içindedir, Yesrib. 622 yılının Rebiu’levvel ayı, Mus’ab (r.a.) için bütün bu bekleyişe bir son verme ve başkentler başkentinde En Sevgiliye kavuşma vaktidir.
İrşat ve tebliğde kıyamete kadar anlatılacak, yöntemler ötesinde bir yöntemi benimseyen ve bir yıl gibi kısa bir zamanda Yesrib’de hemen hemen her eve ulaşan Mus’ab (r.a.), İslam’ın ilk öğretmeni olarak Medine halkının gönüllerini nurlandırmıştır. Âlemlerin efendisi (s.a.s.); onu, muhacirlerden Sa’d b. Ebi Vakkas (r.a.) ve ensardan Ebû Eyyüb elEnsari (r.a.) ile kardeş ilan eder, Medine’ye hicretini takiben. O, Resûlullah’ın sancaktarlığını yaptığı Bedir’de, öz kardeşi Ebu Aziz bin Umeyr esir düştüğünde onun ellerini bağlayan sahabeye, “Onu sıkıca bağla, çünkü annesi çok zengindir. Bu yüzden sana oldukça fazla miktarda fidye verir” 19 diyecek kadar benimsemiştir İslam kardeşliğini.
Dünya’dan Ukba’ya Hicret
“Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar kendilerine, “(Düşmanlarınız olan) bütün insanlar size karşı (tekrar) asker topladılar, onlardan korkun!” dediklerinde bu, onların imanlarını artırdı ve “Allah bize yeter, O ne de güzel vekildir” dediler.”
Medine’den yürüyerek bir saat ötede bir dağ: Uhud, gözyaşı dağı…
Âlemler Sultanı (s.a.s.)’nın, “Mus’abu’lHayr” diye vasıflandırdığı gözbebeği Mus’ab (r.a.) için yeniden hicret vaktidir. Hicret: Değersizden en değerliye, fâni olandan bâki olana, dünyadan ukbâya…
Uhud’ta bir kez daha mübarek sancağı taşıma şerefi bahşedilir Mus’ab’a. Öyle ki; giydiği zırh ile Allah Resûlü’ne benzer, müşriklerden İbn Kâmia’nın gözünde. Efendimize (s.a.s.) saldırırken İbn Kâmia, Mus’ab b. Umeyr (r.a.) çıkar karşısına. Rahmet Peygamberi zannederek onu, önce sancağı tuttuğu sağ koluna indirir kılıcını, sancağı sol eline alınca ise sol koluna indirir… İki kesik koluyla sancağı göğsüne bastırıp Âli İmrân sûresinin 144. ayetini “Muhammed ancak resûldür. Ondan evvel daha nice peygamberler geçmiştir” okuyarak Hz. Peygamber’e siper olmaya devam eder Mus’ab (r.a.). Ve nihayetinde İbn Kâmia’nın mızrağıyla son hicretini tamamlar ve kırk yaşında şehadet makamına yükselir.
Uhud’da, gözyaşı dağında, şehid edilince Mus’ab, üzerini örtecek bir kefen dahi bulunamaz, bir zamanların en varlıklı delikanlısı için. Öyle ki, Âlemler Sultanı (s.a.s.) “Seni Mekke’de gördüğümde, senden daha güzel giyinen, senden daha yakışıklı kimse yoktu. Şimdi ise, kefen olarak sarılmış hırkayı başına örtseler ayakların, ayaklarına örtseler başın açıkta kalıyor”22 buyurur ve hüzünlü gözlerle seslenir ashabı kirâma: “O elbiseyi baş tarafına çekiniz! Ayaklarını izhir otuyla kapatınız!”
Mus’ab b. Umeyr (r.a.), çağlar ötesinden bugüne, kendi “Yesrib”lerimizi “Medine” yapacak insan yetiştirmek için nasıl bir samimiyete ihtiyaç duyduğumuzun örneğidir. Sadece bilgi sahibi olmaya değil, bildiklerimizi samimiyetle hayata geçirmeye muhtaç olduğumuzun bir nişanesidir. İşte bu nedenle; kim, nerede bulunuyorsa, bulunduğu yeri “Yesrib” kabul etmeli; gençler, Allah’a ve Resûlü’ne iman eden herkes, kendisini Resûl’un “Mus’ab”’ı olarak görmelidir. Vakit; hiçbir bahanenin arkasına sığınmadan köyümüze, mahallemize, şehrimize, ülkemize, insanlığa Musab b. Umeyr (ra) ufkunu taşıma vaktidir. Vakit, kendimizi değiştirmediğimiz müddetçe, insanların değişmesini bekleyemeyeceğimizi anlama vaktidir... Vakit “Mus’ab”laşma vaktidir.
Vakte yemin olsun…