Sulh, selamet, esenlik ve güven anlamına gelen İslam, insanı hayatı boyunca güvenli bir ortamda ve güvenilir insanlar arasında yaşatmayı amaçlayan kuşatıcı bir dünya görüşüne sahiptir. Bu dünya görüşü çerçevesinde insana öncelikle ne kadar değerli bir varlık olduğundan, Yüce Yaratıcı’nın onu ne kadar çok sevdiğinden ve güvenli bir hayat sürebilmek için koruması, değerini bilmesi gereken hususların varlığından söz edilir. Bu bağlamda ondan, aklın, dinin, canın, malın ve ailenin birer emanet olduğunu fark etmesi istenir. “Zarûrâtı dîniyye” (dinin vazgeçilmez temel değerleri) olarak nitelenen söz konusu hususlar, Hz. Peygamberin veda hutbesinde vurguladığı emanet bilincinin de ana çerçevesini oluşturur. İnsanın, hem kendisi hem de çevresi ile kurmaya çalışacağı güvenli bağlarda emanet bilincine ilişkin hatırlatmalara ihtiyacı vardır. Esasen en küçüğünden en büyüğüne kadar yüklendiğimiz tüm sorumluluklarımız birer emanettir. İnsan, söz konusu emanetlere sahip çıkmanın ne kadar kıymetli ve aslında hayatın bizatihi onlar üzerinden bir sınanmadan ibaret olduğunu hayat serüveninde biriktirdiği acıtatlı tecrübeleriyle kavrayacaktır. Emaneti korumak için gayret eden kişiye “güvenilir kişi” denir. Bu anlamda, Yüce Allah’ın mesajlarını tebliğle görevli peygamberler, insanlar arasından seçilmiş güvenilir elçilerdir. Kur’an’da peygamberlere ilahî buyrukları ulaştıran melek olan Cebrail’in bir adı da “güvenilir ruh” anlamına gelen Rûhu’lEmin’dir. Hz. Muhammed’in İslam öncesinde bile “elEmin” sıfatıyla anılıyor olması, onun ne kadar emanet ehli (güvenilir) olduğunun dikkat çekici bir örneğidir. Emin elçinin (Muhammedü’lEmin) ulaştırdığı son mesaj olan İslam, ortaya koyduğu ilkeleriyle güvenilir kişilerden oluşan “güvenilir bir toplum” (Beldetü’lEmin) meydana getirmeyi amaçlamıştır. Bu anlamda Kur’anı Kerim’in ilk muhataplarının yaşadığı toplumun “Beldetü’lEmin” olarak nitelenmesi, güven kavramının başlangıçtan itibaren İslam kültüründeki merkezi konumunu göstermesi bakımından oldukça dikkat çekicidir. Yine, “…Birbirinize bir emanet bırakırsanız, emanet bırakılan kimse emaneti sahibine versin ve (bu hususta) Rabbi olan Allah’tan korksun… Allah, yapmakta olduklarınızı bilir.” ayetiyle güvenli bir toplumsal hayatın emanete sahip çıkmakla mümkün olacağına işaret edilir. Nitekim Hz. Peygamber, “Müslüman, insanların elinden ve dilinden güvende olduğu kimsedir.” buyurarak, her hâliyle kendisine güvenilen kişi olmanın imanın ön şartı olduğunu belirtmiş ve onun iman eden kişinin en belirgin özelliği olduğuna işaret etmiştir. “…(O müminler) ki, emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler.” ayetiyle de bu husus teyit edilmiştir. Böylece Yüce Allah, ilahî bilginin toplumla buluşma süreçlerinin her aşamasında “güvenilir kişilikler” olarak vahiy meleğine ve peygamberlerine sorumluluklar yüklemiş ve onlar vasıtasıyla yeryüzünün halifesi olarak seçtiği insana “güvenli bir ortam” hazırlamıştır.
İnsanın kendisi için hazırlanan bu güvenli ortamın değerini bilmesi, sahip olduğu yetileri Allah’ın hoşnutluğu istikametinde kullanması ve bu amaçla kendisinden beklenen sorumluluklara sahip çıkması gerekir. İslam’da insanın, kendisine duyulan güveni sürdürebilmek için değerini bilerek “koruması istenen beş temel esas”tan biri olan akıl, insanı hayata bağlayan yetilerinin başında gelir. Akıl sahibi olmak, insanı varlıklar arasında en ayrıcalıklı konuma yükseltir. Zira Allah, akıl nimetini bahşetmekle insana büyük bir lütufta bulunmuştur. Bununla birlikte, her nimette olduğu gibi akıl nimeti de birtakım yükümlülükleri beraberinde getirir. Yüce Yaratıcı’nın eşyanın tabiatına yerleştirdiği nimetkülfet dengesi gereği, akıl sahibi olmak dinî açıdan mükellef olmanın ön şartı kabul edilmiştir. Dolayısıyla aklı olmayan kişi, dinen sorumlu da değildir. Diğer taraftan akıllı varlık olarak insanın yaptıklarından sorumlu tutulabilmesi için eylemlerinde özgür seçim potansiyeline sahip olması gerekir. Bu anlamda insana bahşedilen bir diğer nimet, özgür iradedir. Özgür irade de, akıl gibi yalnızca insanın sahip olduğu yetilerdendir. Akıl ve iradenin anlamlı bir hayatın inşası yolunda insanın en önemli rehberleri arasında yer aldığında kuşku yoktur. İnsan, her iki yetisini işleterek ortaya koyacağı eylemlerinde özgür bırakılmıştır. Böylece o, iyikötü, güzelçirkin, yararlızararlı ve günahsevap gibi nitelemelere konu olan tercihlerinin olumlu ya da olumsuz sonuçlarını bizatihi pratik tecrübeleriyle görme imkânı bulur. Ancak insana bahşedilen tüm potansiyel yetenekler gibi akıl ve irade de, sadece amacına uygun kullanıldığında korunmuş olur. Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya yönelik çabalarla işletilen aklı ve özgür iradesi sayesinde insanın duygu, düşünce ve eylemleri değerli hâle gelir. Böylece Allah, akıl ve irade nimetleriyle insanı bir taraftan özgürleştirirken, diğer taraftan eylemlerinden de sorumlu tutar. Bu durum, onun başıboş bırakılmadığını, aksine sürekli kollanıp gözetildiğini ve doğru tercihlerinin sonsuz mutlulukla ödüllendirileceğini gösterir. Duygu, düşünce ve eylemlerinde Yüce Yaratıcı’nın denetimine açık olmak, insanı yalnızlık, amaçsızlık ve güvensizlik atmosferinden uzaklaştırır. Böylece o, kendisini güvenin kaynağına bağlı hissetmeye devam eder.
Yüce Allah, akıl ve irade nimetleriyle donattığı insana, özgür seçimlerinde rehberlik etmesi için kendi içlerinden peygamberler göndermiştir. Peygamberler, Yüce Allah’ın mesajlarını kullarına ulaştıran kutlu elçilerdir. Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e uzanan bu kutlu silsile yoluyla Allah, “en şerefli varlık” olarak yarattığı insana verdiği yüksek değeri göstermiş olur. Zira insanın içindeki rehberler olan aklı ve iradesi, doğru kaynaktan gelen bilgilerle beslenmediğinde amacına uygun işletilmiş olamayacağı için kişinin tercihlerinde isabetli sonuçlara ulaşması mümkün olmaz. Bu durum, bir taraftan vahyin kılavuzluğuna duyulan ihtiyacın evrenselliğini gösterirken, diğer taraftan vahye ve onun tebliğcisi olan peygamberlere duyulan güvenin de bir kanıtıdır. Yüce Yaratıcı’nın vahyi ulaştırmakla görevlendirdiği elçileri insanlar arasından seçmiş olması da, peygamberler üzerinden insana duyduğu güvenin en bariz göstergesidir.
Vahyin rehberliğiyle güçlendirilen aklın, bu yolla isabetli sonuçlar üretebilme potansiyeli de desteklenmiş olur. Böylece aklını, ilahî bilginin sunduğu imkânlarla aydınlatarak geliştirebilen insan, hem bireysel hem de toplumsal başarılara imza atabileceği gibi, aynı zamanda barış ve güven kültürünün korunmasına katkıda bulunabilir. Esasen bu şekilde o, dinini de emniyete almış, başka bir ifadeyle korumuş olur. Zira din emniyeti olmadan, toplumsal barış ve güven kültürünün sürdürülebilmesi mümkün değildir. Din emniyeti ise, dinin akılla ve vahyin getirdiği temel ilkelerle çelişen gerçeklik dışı inanışlardan korunmasıyla sağlanabilir. Burada hem bireye hem de topluma düşen çeşitli sorumluluklar vardır. Birey açısından aklın ve vahyin rehberliğinde sağlam temeller üzerine kurulan sağlıklı bir din anlayışına sahip olmak öncelikli görevdir. Çünkü sağlıklı din anlayışına sahip birey, din adı altında kendisine aktarılan bilgilerin doğruluğunu elindeki sağlam ölçütlerle değerlendirebilecektir. Böylece, etrafında “din adına” konuştuğunu iddia edenlerin hangi türden bir din anlayışının temsilcileri olduğunu kolaylıkla tespit edebilecek, bunlar arasından bir ayıklamaya gidecek, hiç kimseye “din adına” konuşma yetkisinin verilmediğini ve nihayet bu bağlamda yapılan tüm konuşmaların “din hakkında” konuşmaktan ibaret olduğunu fark edebilecektir. Bu farkındalığın oluşturulması, bireyin din emniyeti açısından yaşamsal öneme sahiptir. Zira aksi durumda, dini temsil adı altında konuşanların sözlerindeki tutarsızlık ve çelişkiler karşısında yaşaması muhtemel bocalamalar, bireyin zaman içinde dinin temel esaslarına, kendi dinî tercihlerine ve dindarlara yönelik güven duygusunun sarsılarak mesafeli bir tutum geliştirmesine yol açabilecektir. Başka bir ifadeyle, dine ilişkin yanlış temsillerin faturası bireyin dinî inanç ve bağlılıklarındaki güvensizlik üzerinden samimi dindarlara kesilmiş olacaktır. Bu özelliği dolayısıyla din emniyeti, günümüzde neredeyse can emniyeti kadar güvence altına alınıp korunması gereken öncelikli bir kategori hâline gelmiştir.
Din emniyeti ile birlikte düşünüldüğünde, can emniyeti de günümüzde özellikle Müslüman toplumlar söz konusu olduğunda dikkat çeken gündemlerin başında gelmektedir. Zira insan, sadece yaşamsal anlamda kendini güvende hissettiği ortamlarda sahip olduğu potansiyel yeteneklerini açığa çıkarabilir. Bu anlamda can güvenliği, insan açısından temel güvenlik kategorisini oluşturur. Canı güvende (emniyette) olmayan insandan, herhangi bir konuda gelişme kat etmesini beklemek mümkün değildir. İslam’da insandan kendi canı gibi, tüm canları değerli bilmesi istenir. Bu nedenle, haksız yere bir cana kıyan kişi, tüm canların emniyetine zarar vermiş kabul edilir. İnsan hayatının bu derece değerli ve kutsal kabul edildiği bir kültür coğrafyasında yaşayan Müslümanların günümüzdeki hâli, maalesef izahtan varestedir. Kur’anı Kerim’de, göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten imtina ettiği emaneti yüklenen insanın ne kadar zalim ve cahil olduğundan bahsedilir.4 Maalesef insanın insana yaptığı zulmün ve cehaletin çağdaş örneği, günümüzde İslam dünyasının bazı bölgelerindeki çatışmaların ortaya çıkardığı hazin tablo olmuştur. Esasen Yüce Allah emaneti insanın sorumluluğuna vermekle, ona ne kadar güvendiğini göstermiştir. Ancak ne yazık ki İslam dünyasının halihazırdaki manzarası, bir zamanlar emniyet ve güven yurdu olan coğrafyaların bugünkü içler acısı durumunu gözler önüne sermektedir. Müslümanlar, öncelikle kendilerinden ve sorumluluk alanlarındaki işlerden başlayarak, birbirleriyle uğraşmak yerine, yaşanan sorunlara çözüm üretme gayreti içerisinde olmalıdır. Aksi takdirde mevcut bakış açıları sorun üretmeye devam edecektir. Cana kast eden ya da can güvenliğini ihlal eden durumlarda suçu başkalarına atıp sorunu görmezden gelmek ya da ötelemekten ve sonuçta faturayı Allah’a çıkarıp sorumluluğu üzerinden atmaya çalışmaktan vazgeçmek gerekir. Söz gelimi, tedbir alınmadığı için gece boyunca yanan sobadan çıkan gazdan zehirlenerek hayatını kaybedenlerle, yol emniyeti alınmadığı için kaza yapan araçta feci şekilde can veren kişilerin sorumluları arasında herhangi bir fark yoktur. Her iki durumda da, küçük tedbirlerle kurtarılabilecek canlar, ihmal ve emniyetsizliğin kurbanı olmuştur.
İnsan, can emniyeti sağlandıktan sonra hayatını sürdürebilmek için, öncelikle birtakım geçimliklere ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaçların başında, yemeiçme, giyimkuşam ve barınma gibi maddi ihtiyaçları gelir. Söz konusu ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmak ve üretmek zorundadır. Ancak çalışarak elde ettikleri de ona emanettir. İslam’da, insana elde ettiği kazançların kısa süreli bir geçimlik ve dünya hayatının süsü olduğu, gerçek kazancın ise sonsuz hayatta kendisini beklediği belirtilerek, mal emniyetinin çerçevesi çizilmiş olmaktadır. İnsan, muhtaç duruma düşmemek ve başkalarına yardım edebilmek için çalışıp çabalamalı, ancak elde ettiklerinin kendisini ebedileştireceğini zannederek gururlanmamalı, kazancını muhtaçlarla paylaşmalı ve bu eyleminin nihayet sonucunu Allah’tan beklemelidir. İslam dünyasının bu konudaki hâli düşünüldüğünde, özellikle günümüzde çeşitli sebeplerle evinden ve ailesinden uzakta yaşayanlara yapılacak yardımın ne kadar değerli olduğu daha iyi fark edilecektir. Söz gelimi, bugün ülkemizde misafir ettiğimiz Suriyeli kardeşlerimizin sayısı üç milyonu bulmuştur. Bu kardeşlerimize yapacağımız her türlü yardım, özellikle temel insan haklarından olan can ve mal güvenliğinin korunmasına çok önemli katkılarda bulunacaktır.
İnsanın maddi ihtiyaçlarını sevmesevilme, saygı, kabullenilme ve güvenlik gibi manevi ihtiyaçlarından ayrı düşünmemek gerekir. İnsan, manevi ihtiyaçlarını, başka bir ifadeyle hayatı boyunca kendisini geliştirecek temel değerlerini doğumundan itibaren güvenli aile ortamında öğrenir. Bu bağlamda, güven duygusunun yanı sıra dinlerin ve tüm ahlak sistemlerinin tavsiye ettiği doğruluk, dürüstlük, sorumluluk, ahde vefa, zorluklarla başa çıkma ve cesaret gibi temel erdemler ailede öğrenilir. Ebeveynlerin çocuklarına dinen övülen ve toplumca onaylanan bu tür değerleri öğretme sorumluluğu vardır. Bununla birlikte çocukları, gıybet, iftira, öfke, kin, nefret, ayrımcılık, düşmanlık, haset, ihanet ve cimrilik gibi kötü huy ve alışkanlıklardan uzak tutmak da aynı şekilde annebabaların öncelikli sorumlulukları arasındadır. Çünkü sosyokültürel ve dinî değerlerin bir nesilden diğerine aktarılması ancak bu yolla mümkün olabilir. Hz. Peygamber, “Bir annebabanın çocuğuna bırakacağı en güzel miras güzel ahlaktır.”5 buyurarak bu gerçeğe işaret etmiştir. Bunu bir örnekle açıklamaya çalışalım. Yüksek ahlakî tutum ve davranışları bir ağaca benzetirsek, ağacın kökünü besleyen kurumların başında aile gelir. Biraz önce saydığımız ahlakî değerlerin yanı sıra, adalet, merhamet, hoşgörü, bağışlama ve tevazu gibi değerler de ancak bu kökten aldığı sağlıklı besinlerle meyve verebilir. Bunlar arasında özellikle güven olmadan diğer değerlerin beslenmesi, dolayısıyla ayakta kalarak meyve vermesi ve çevreyi güzelleştirmesi mümkün değildir. Nasıl ki bir ağacın dayanıklılığı toprakta kökleşip tutunmasındaki sağlamlığa bağlıysa, insanın hayata sıkıca bağlanıp tutunması da kök değer olan güvenin aile ortamında ne kadar sağlam bir şekilde kökleşip filizlendiğine bağlıdır. Güven, aynı zamanda iman ağacının da kökünü oluşturur. İmanın, ibadet ve güzel ahlakla ilişkisi bu kökten beslenir ve zamanla kişinin davranışlarını güzelleştiren hoş kokulu meyveler verir. Bu örnekte de görüldüğü gibi insanlık tarihinin en temel Kurumu olan aile, insanın ekonomik, psikolojik, sosyal ve kültürel içerikli pek çok ihtiyacının aynı ortamda ve beraberce karşılandığı tek birim olma özelliğine sahiptir. Bu nedenle onun, özellikle güven duygusunu besleyen temel fonksiyonlarının başka kurumlara devredilmemesi gerekir. Yüce Yaratıcı, insana aile nimetini bahşetmekle ona ne kadar güvendiğini bir kez daha göstermiş olur.
İnsan, madde ve manadan oluşan bütünlüklü bir yapıya sahiptir. Bu bütünlüğünü hayat boyu sürdürerek kendisine duyulan güveni boşa çıkarmaması için, ondan akıl, beden ve ruh sağlığını koruyacak işler yapması beklenir. Bu anlamda, insanın güvenli bir hayat kurabilmesi, iradesini söz konusu bütünlüğü bozmayacak şekilde işletmesine bağlıdır. Bu maksatla İslam’da insandan, içki, uyuşturucu, kumar, zina, gasp ve hırsızlık gibi akıl, beden ve ruh sağlığına zarar verici alışkanlıklardan uzak durması istenmiştir. Esasen bu tür zararlı alışkanlıkların bireyler üzerinde olduğu kadar toplum sağlığı ve güvenliği üzerinde de onarılması zor hasarlar bırakmaktadır. Burada sayılanlar kadar dikkat çekmese de günümüzde özellikle çocuklar ve gençler üzerindeki zararlı etkileri her geçen gün daha çok hissedilen teknoloji bağımlılığından da söz etmek gerekir. Yakın ve uzak çevre ilişkilerinden kopuk asosyal kişiliklerin ortaya çıkmasına katkıda bulunan teknoloji bağımlılığı, yetişkinlerin de sorunu olmaya başlamıştır. Teknoloji bağımlılığı, çevresiyle sıkı ve güvenli ilişkiler kuramama durumunun hem sebep hem de sonuçları arasında sayılabilecek bir bağımlılık türüdür. Burada da “güven”, anahtar bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü bugün sosyal medya başta olmak üzere cep telefonu, iphone ve ipad gibi elektronik iletişim araçları, gerçek yaşamdaki ilişkilerinde beklediği güveni bulamayan insanların sanal dünyadaki sahte teselli kaynaklarından ve sığınaklarından biri olmuştur. Bu durumda, insanları yeniden gerçek dünya ve ilişkiler ortamına çekmenin yolu, aileden başlayarak tüm sosyal ortamlara yayılan yüksek güven kültürünü inşa etmekten geçmektedir. Söz konusu güven kültürü, bize arkadaşlık, vefa, dostluk, ülfet, muhabbet, hürmet, tevazu, letafet, zerafet, misafirperverlik ve yardımlaşma gibi temel insanî ve İslamî erdemlerimizi yeniden hatırlatacaktır. Böylece bizlere, zorunlulukların bir arada tuttuğu bir insan yığını olmadığımızı, sevinci, kederi ve en önemlisi insanlık ailesi olarak ortak kaderi paylaşan tek bir millet olduğumuzu fark ettirecektir. Sonuçta, birbirimizi yük gibi algılamaktan kurtararak, hepimizin esasında ortak insanlık ağacının sıkıca kenetlenmiş dalları olarak birbirimize emanet olduğumuzu, hayatın ise kimin daha iyi işler yapacağını sınamanın aracı olarak bizlere sunulmuş paha biçilmez bir armağan olduğunu gösterecektir.