Allah Resûlü, bir Yahudi genç hastalanınca onu ziyaret ederek İslam’a davet etti. Hz. Peygamber’in kendisini ziyaretinden etkilenen genç: “Allah’tan başka ilah olmadığını ve Hz. muhammed (s.a.s.)’in onun kulu ve elçisi olduğunu” ikrar ederek Müslüman oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.), “Benim vasıtamla bu genci ateşten kurtaran Allah’a hamdolsun.” diyerek oradan ayrıldı. Genç sahabilerden Semure b. Cundeb’in naklettiğine göre Hz. Peygamber, ashabına, müşriklerin gençlerini öldürmemeleri talimatını vermişti. Ahmed b. Hanbel’e oğlu Abdullah bunun tefsirini sorunca cevaben o: “Yaşlı neredeyse İslam’a girmez! Genç ise İslam’a yaşlıdan daha yakındır.” demişti.
Hz. Peygamber (s.a.s.)’in etrafındaki ilk sahabe nesline bakıldığında, onlardan çoğunun gençler olduğu görülür. Hz. Peygamber (s.a.s.) İslam’ı tebliğ ederken, toplumun yeniliğe açık, idealist ve enerjik kesimini oluşturan gençlerden büyük ölçüde destek almıştır. Nitekim ilk Müslümanlardan birkaç kişi 50 yaş civarında, birkaç kişi 35 yaşın üzerinde, geri kalan çoğunluk ise 30 yaşın altında bulunuyordu. Mesela genç yaşta İslam’ı kabul edenlerden Hz. Ali 10, Abdullah b. Ömer ve Ubeyde b. elCerrah 13, Ukbe b. Amir 14, Cabir b. Abdullah ve Zeyd b. Harise 15, Abdullah b. Mes’ud, Habbab b. Eret ve Zubeyr b. Avvam 16, Talha b. Ubeydullah, Abdurrahman b. Avf, Erkam b. Ebi’lErkam, Sa’d b. Ebi Vakkas ve Esma bint Ebi Bekr 17, Muaz b. Cebel ve Mus’ab b. Umeyr 18, Ebu Musa elEş’ari 19, Cafer b. Ebi Talib 22, Osman b. Huveyris, Osman b. Affan, Ebu Ubeyde, Ebu Hureyre ve Hz. Ömer 2531 yaşlarında idiler.
Hz. Peygamber (s.a.s.)’in yanında bulunan, ona nübüvvetin ilk yıllarında en güçlü desteği veren, Medine yıllarında ise onunla birlikte savaşanlar, gençlerdi. Bu yüzdendir ki Hz. Peygamber (s.a.s.), çok zor şartlarda eğitip yetiştirdiği bu gençlere çok ayrı bir önem atfetmiştir. Enes b. Malik’in anlattığına göre, Ensar’dan 70 genç vardı, kendilerine “Kurrâ” denilirdi. Akşamları Medine’nin çeşitli bölgelerine dağılırlar, ders halkaları oluştururlar, oralardaki halka namaz kıldırırlar, sabah olunca da Hz. Peygamber (s.a.s.)’in mescidine gelirlerdi. Hz. Peygamber (s.a.s.), İslam’a davet için onları Bi’ri Maûne’ye göndermişti. Ancak onlar tuzağa düşürüldü ve hepsi şehit oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) tam 15 gün sabah namazlarında onları tuzağa düşüren kabilelere kunut okuyup, beddua etti.
O’nun bütün gayret ve hedefi, inançlı, dindar, ahlaklı ve iffetli bir gençlik oluşturabilmek idi. Peygamberimizin, Allah’ın arşının gölgesinden başka hiçbir gölgenin olmadığı o günde Allah’ın gölgesinde gölgeleneceğini haber verdiği yedi sınıf insandan ikincisi, Rabbine ibadetle yetişen gençtir. Başka rivayetlerde ise Rabbimizin, gençliğini kendisine itaatle geçiren ve tövbe eden genci sevdiği belirtilmektedir.
Allah Resûlü, geleceğin teminatı olan gençlerin eğitimine ayrı bir önem vermiştir. Gençlerin yoğun bir duygu değişimi yaşadıklarını bilen Resûlullah, onlarla ilişkilerinde bu durumu dikkate alır; onlara karşı son derece makul ve mutedil davranırdı. Onun ne derece ince ruhlu ve anlayışlı olduğunu gören gençlerin, Allah Resûlü’ne muhabbetleri bir kat daha artardı. Leysoğulları’ndan Mâlik b. Huveyris ve arkadaşlarından oluşan bir grup genç, İslam’ı kabul ettikten sonra İslam hükümlerini öğrenmek maksadıyla memleketlerinden yola çıkarak Medine’ye, Hz. Peygamber (s.a.s.)’i ziyarete gelmişlerdi. Yaklaşık yirmi gün onun yanında kalmışlar ve artık geride kalanları özlemeye başlamışlardı. Resûlullah bu durumu sezmiş, anlayışla karşılamış ve duygularını dile getirmelerine gerek kalmadan “(Memleketinize) dönün onların yanında bulunun ve onlara da (burada öğrendiklerinizi) öğretin...” tavsiyesiyle onları geri göndermiştir.
Resûlullah, eğitim metodunun gereği olarak her muhatabına ayrı bir değer verirdi. Onunla muhatap olan her bir sahabi, kendisine daha çok değer verildiğini düşünürdü. Hz. Peygamber (s.a.s.), gençlerin eğitimi ile özel olarak ilgilenmiş, mescidinin yanı başındaki Suffe denilen bölümde birçok delikanlıya dini öğretmiştir. Gençleri eğitme konusunda her fırsatı değerlendiren Resûlullah (s.a.s.), genç kızları da ihmal etmemiştir. Bu nedenledir ki bülûğ yaşı yaklaşmış küçük kızların, genç kızların, evinin bir köşesinde oturan hanımların hatta âdet görmekte olanların dahi bayram namazları için namazgâha gelmesini istemiştir.
Bir gün Resûlullah’ın arkasında, aynı binek üzerinde yolculuk yaparlarken genç yeğeni Abdullah b. Abbas’a şunları söylemişti: “Delikanlı! Sana bazı şeyler öğreteceğim. Allah’ı gözet ki Allah da seni gözetsin. Allah’ı gözet ki Allah’ı daima yanında bulasın. Bir şey istediğinde Allah’tan iste! Yardıma muhtaç olduğunda Allah’tan yardım dile! Şunu bil ki bütün insanlar sana fayda vermek için toplansa Allah’ın takdiri dışında sana faydalı olamazlar. Ayrıca bütün insanlar sana zarar vermek için toplansa Allah’ın takdiri dışında sana hiçbir şeyde zarar veremezler. Bu konuda kalemler kaldırılmış, sayfalar(daki yazılar) kurumuştur.”
Hayatın tabii akışı içerisinde nebevi eğitim süreci de gayet tabii bir şekilde devam etmekteydi. Bu noktada gençlerin eğitimi daha da öne çıkmaktaydı. Nitekim ensardan ve muhacirden iki genç kavga etmiş, sonrasında her iki taraf, “Yetişin ey muhacirler!” ve “Yetişin ey ensar!” şeklinde bağırmaya başlamışlardı. Allah Resûlü olayı duyduğunda, “Bu Cahiliye çağrıları da nedir?” diyerek bu ayrılıkçı hareketlere tepki göstermişti. Sonrasında da onlara körü körüne bir kabile taassubunu değil de İslam kardeşliğini tavsiye eden şu sözleri söylemişti: “Kişi zalim de olsa, mazlum da olsa din kardeşine yardım etsin. Eğer kardeşi zalimse, onu engellesin. Çünkü zalimi yaptığı işten döndürmek ona yapılacak bir yardımdır. Eğer mazlum ise ona yardım etsin!”
Bir gün huzuruna genç bir sahabi gelerek, “Ey Allah’ın elçisi! Zina etmeme müsaade et.” dedi. Gencin bu isteği karşısında oradakilerden bazıları onu azarlarken, bazıları da müdahale etmek için üzerine yürüdüler. Allah Resûlü (s.a.s.) onların aksine, engin şefkatiyle önce susup genci dinledi ve: “Sen annenle zina edilmesini ister misin?” dedi. Genç: “Anam babam sana feda olsun, ey Allah’ın Elçisi! Elbette istemem.” diye karşılık verdi. Hz. Peygamber (s.a.s.), sırasıyla kızını, halasını, teyzesini ve kız kardeşini de hatırlatarak, hiç kimsenin kendisi ve yakınlarıyla zina edilmesine rıza göstermeyeceğini bu gence anlattı. Sonra eliyle ona dokunarak “Allah’ım, bu gencin günahlarını bağışla, kalbini temizle ve iffetini koru!” diye dua etti. Bu genç sahabi, bu duadan sonra ne böyle bir istekte bulundu ne de böyle bir işe yöneldi.
Genç, şehevi arzularının yoğun baskısı altında kalarak Allah Resûlü’nden zina izni istemişti. Onun psikolojik durumunu anlayan Efendimiz onu kınamadan, kırmadan yanına oturtmuş ve empati kurmasını sağlayacak şekilde sorular sorarak kendi yakınlarına yapılmasını istemediği bir fiili, başkalarına yapmasının ne kadar yanlış olacağını kavratmıştı. Kime, nasıl davranacağını gayet iyi bilen Hz. Peygamber (s.a.s.), insanların en çok etkilendiği yakın ilgi ve diyalog sayesinde o genç ile güzel bir iletişim kurmuş ve onun, büyük günahlardan birisi olan zinayı işlemesine engel olmuştu.
Aile kurumuna çok önem veren Sevgili Peygamberimiz, özellikle gençlerin evlilik hayatıyla yakından ilgilenir, onlara maddi ve manevi yardımlarda bulunurdu. Örneğin bir gazve dönüşü Resûlullah, genç sahabilerden Câbir b. Abdullah ile özel olarak ilgilenmiş, ona evlenip evlenmediğini sormuştu. Onun dul bir kadınla evlendiğini söylemesi üzerine, neden bakire biriyle evlenmediğini sormuş, o da babasının Uhud’da şehit düştüğünü ve geriye dokuz kız bıraktığını, bu nedenle onlarla ilgilenebilecek dul birini tercih ettiğini söylemişti. Bunun üzerine Allah Resûlü: “Doğru yapmışsın, artık sen (Medine’ye) varıyorsun. Akıllı davran (eşine karşı görevini ihmal etme).” buyurdu. Medine’ye geldiklerinde de ona maddi yardımda bulundu.
Genç olmanın belki de en zor taraflarından birinin, karşı cinse duyulan ilgi ve arzu olduğunu bilen Peygamberimiz, gençlere evlenmelerini tavsiye etmiştir. Abdullah b. Mes’ût’un anlattığına göre Allah Resûlü, bir gün çevresindeki gençlere şöyle buyurmuştur: “Ey gençler topluluğu! Evlenme imkânı bulanınız evlensin. Çünkü evlenmek, gözü haramdan çevirmek ve iffeti korumak için en iyi yoldur. Evlenme imkânı bulamayan da oruç tutsun. Çünkü orucun, kişi için şehveti kesme özelliği vardır.”
Bir genç kız, Allah Resûlü’nün evine giderek, kendisi istemediği hâlde babasının sırf itibar kazanmak için kardeşinin oğlu ile evlendirdiğini söyleyerek onu şikayet etti. Durumu tetkik etmek üzere Peygamberimiz, kızın babasına haber göndererek gelmesini istedi. Şayet fikri sorulmadan evlendirildi ise genç kıza seçim hakkı tanımak istemişti. Bunun üzerine genç kız, Peygamberimize: “Ey Allah’ın Resûlü! Babamın yaptığı işi onaylamıştım. Ancak nikâh konusunda kadınların da söz hakkı olup olmadığını öğrenmek istedim.” dedi.
Risalet öncesinde Mekke’nin ahlaklı, dürüst ve içki içmeyen gençlerinden biri olan Osman b. Maz’ûn, Havle bint Hakîm ile evlenmişti. Kocasıyla birlikte ilk Müslümanlar arasına girme şerefine ermişlerdi. Bir süre sonra Havle, eşinin geceleri namazla, gündüzleri oruçla geçirdiğini ve ne dünya ile ne de kendisiyle ilgilenmediğini belirterek Peygamberimize dert yandı. Bunun üzerine Rahmet Elçisi, Osman’a: “Ey Osman! Bizde ruhbanlık yoktur. Ben senin için güzel bir örnek değil miyim?” buyurarak onu itidale davet etti.
Ayrıca gençleri zinadan sakındıran Allah Resûlü, zinadan sakınmaları hâlinde mükâfatlarının cennet olduğunu bildirmiştir. Nebî (s.a.s.), iffetini koruyan, Allah karşısındaki sorumluluğunun bilincinde ve istikamet üzere olan gençleri, ilâhî azabın karşısındaki engellerden biri olarak tanıtmış ve “…Huşû duyan gençler, (namaz kılarak) rükû eden yaşlılar, emzikli bebekler ve otlayan hayvanlar olmasaydı mutlaka başınıza azap yağardı.” buyurmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.s.)’in dilinde gençlik, insan hayatının en önemli dönemiydi ve bu sebeple kişi gençliğinden sorumluydu. İbn Mes’ut’dan nakledildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İnsanoğlu kıyamet günü Rabbi katında beş şeyden hesaba çekilmedikçe ayakları hiçbir yere hareket edemeyecektir; ömrünü ne yolda tükettiğinden, gençliğini ne uğurda yıprattığından, malını nereden kazanıp nerde harcadığından ve öğrendiği bilgilerle nasıl amel ettiğinden.”
Allah Resûlü, çeşitli konularda gençlerle istişare eder ve onların görüşlerine başvurur, bu durumu bilen gençler de açık yüreklilikle ona görüş beyan ederlerdi. Allah Resûlü bu görüşlerden makul olanlara uyar, olmayanlarla ilgili olarak da onlara uygun bir şekilde açıklama yapardı. Bedir Savaşı öncesinde Hz. Peygamber’in orduyu yerleştirdiği yerin su kuyularından uzak olduğunu ve bu sebeple savaş stratejisi açısından pek uygun olmadığını düşünen Hubâb b. Münzîr isimli genç sahabi, Allah Resûlü’ne bu kararının kaynağının bir vahiy olup olmadığını sormuş, bunun vahiyle ilgili olmayıp sadece bir taktik/strateji olduğunu öğrenince de düşmanı susuz bırakmak için onlara en yakın su kuyusunun yanına yerleşilerek diğer kuyuların kapatılmasını teklif etmişti. Resûli Ekrem de onun bu görüşünü uygun bulmuş ve orduyu Hubâb’ın teklif ettiği bölgede konuşlandırmıştı.
Uhut savaşında da şöyle bir durum yaşanmıştı: Resûlullah, bir gece rüyasında kendisini sağlam bir zırh içinde gördüğünü, bunu Medine’de kalarak içerden savunma yapılması şeklinde tabir ettiğini bildirmişti. Hz. Peygamber bu rüyasından hareketle Medine’de kalmayı tercih ediyor, Medine dışına çıkmak istemiyordu. Fakat yine de âdeti olduğu üzere ashabıyla istişare etti. Muhacirler ve Ensar’ın büyükleri Hz. Peygamber (s.a.s.)’in görüşündeydi. Ancak Bedir Savaşı’nda bulunmamış gençler, Resûlullah’tan düşmana karşı Medine dışına çıkmasını istemişler, şehitliğe ve düşmanla karşılaşmaya olan rağbetlerini ısrarla dile getirmişlerdi. Onların bu denli ısrarlı ve kararlı olduğunu gören Resûlullah görüşünü değiştirdi ve Medine dışına çıkmaya karar verdi. Hz. Peygamber (s.a.s.) zırhını giyerek evinden çıkınca bu gençler, ona pişmanlıklarını ifade ettiler ve dilediğini yapmasını söylediler. Bunun üzerine o: “Ben sizi bu hususa çağırdım ama siz ısrar ettiniz. Artık bir peygambere, Allah onunla düşmanları arasında hükmedinceye kadar, zırhını giydikten sonra çıkarması yakışmaz” buyurdu...
Hevâzin’den getirilen ganimet mallarından kalplerini İslam’a ısındırmak için bazı Kureyşlilere yüzer deve vermeye başladığı zaman ensardan bazı gençler, “Allah, Resûlullah’ı bağışlasın! O, Kureyş’e mal veriyor da bize vermiyor. Hâlbuki kılıçlarımızdan hâlâ Kureyşliler’in kanları damlıyor.” dediler. Onların bu serzenişleri çok geçmeden Hz. Peygamber (s.a.s.)’e ulaştı. Derhal ensarı bir çadırda toplayarak: “Şüphesiz ben küfürden henüz yeni dönenlere (İslam’da sebatkâr olsunlar diye daha fazla pay) veriyorum. Onlar aldıkları mallarla evlerine giderlerken, sizler yurtlarınıza Allah’ın Resûlü ile dönmeye razı olmaz mısınız? Allah’a yemin ederim ki sizin kendisiyle dönüp gideceğiniz şey, onların alıp gidecekleri şeyden hayırlıdır!” diye seslendi. Peygamberimizin amacını öğrenen ensar gençleri, “Elbette ya Resûlallah! Razı oluruz.” dediler.
İman ettikleri dinin gereklerini öğrenmek için Medine’ye gelen ve birkaç gün kalan Yemenli heyet, memleketlerine geri dönmek için izin istediler. Peygamberimiz bu özel heyete daha önce hiçbir heyete vermediği hediyeler vererek ihtiyaçlarını karşıladı. Son olarak heyetten hediyesini almayan kimsenin olup olmadığını sorunca, heyetin bineklerinin yanında bekleyen ve yaşça onların en küçüğü olan bir delikanlının daha olduğunu söylediler. Peygamberimiz “Onu da bize gönderin.” buyurdu. Heyettekiler gence haber verdiler. Çağrıldığını öğrenen delikanlı hemen koşarak Resûlullah’ın huzuruna geldi. “Ey Allah’ın Resûlü! Ben Ebzâoğulları’ndan, biraz önce sana gelen ve ihtiyaçlarını giderdiğin kafiledenim. Benim ihtiyacımı da karşılayıver.” dedi. Resûlullah, bu heyecanlı delikanlıya “Pekala, senin ihtiyacın nedir?” diye sordu. Delikanlı şöyle dedi: “Arkadaşlarım her ne kadar İslam’ı arzulayarak geldiler ve zekâtlarını getirdilerse de benim ihtiyacım onlarınki gibi değil. Allah’a yemin olsun ki beni memleketimden buralara kadar getiren şey, sadece senin Allah’a benim için dua ederek O’ndan beni bağışlamasını, bana merhamet etmesini ve gönül zenginliği vermesini istemendir.” Bu hikmetli talebi işiten Hz. Peygamber (s.a.s.), “Allah’ım! Sen onu bağışla, ona merhamet eyle ve gönlünü zenginleştir!” diye gence dua etti. Ardından, arkadaşlarından her birine ne verilmişse, ona da aynısının verilmesini emretti. Ve heyettekiler dönüp ailelerine gittiler. Bir yıl sonra hac mevsiminde Mina’da Ebzâoğulları’ndan bir grup Resûlullah’ın yanına geldiğinde, “Geçen yıl sizinle beraber bana gelen o genç ne yapıyor?” diye sormuş ve gıyabında ona dua etmişti. Bu duanın bereketiyle delikanlı, hayatının geri kalanını kanaatkâr, onurlu ve erdemli bir şekilde geçirecekti…
İşte Kur’an öğretilerin yanısıra Hz. Peygamber (s.a.s.)’in bu sıcak ve samimi ilgisi, nebevi eğitim ve öğretimi sayesinde genç sahabîler, canlarını, mallarını, ailelerini, varlarınıyoklarını Allah yolunda feda edecek kıvama gelmişlerdi. Müslüman olur olmaz birçoklarının başta ailesi olmak üzere, Mekkelilerden gördükleri baskılar, eza ve cefalar, korkunç işkenceler, açlık ve abluka yılları asla onları yıldırmamıştı.
Kendilerine has bir ruh hâli içerisinde olan gençler, istek, arzu, heyecan, gurur, şiddet gibi duyguları yoğun biçimde yaşamalarına rağmen, aynı zamanda tecrübesizdirler. Bunu bilen Rahmet Peygamberi, gençlerle ilişkisinde onurlandırıcı, güven verici, cesaretlendirici, akılcı ve ılımlı bir tarz benimsemişti.
Resûlullah, gençlere bir iş verdiği zaman, tecrübesizlikten kaynaklanan ürkekliği yok etmek üzere muhatabına güven verir ve onu cesaretlendirirdi. Hz. Peygamber (s.a.s.), genç yaşta Yemen’e kadı olarak Hz. Ali’yi görevlendirdiği zaman ona şu tavsiyede bulunmuştu: “Allah senin kalbini doğruya iletecek ve dilini (doğru üzerine) güçlendirecektir. İki hasım gelip önüne oturduğunda, birincisini dinlediğin gibi diğerini de dinleyinceye kadar hüküm verme. Bu, (vereceğin) hükmün ortaya çıkması için daha uygundur.”
Resûlullah, sadece gençlerin özgüven eksikliklerini gidermekle kalmamış, aynı zamanda çevrenin gençlere karşı güvensizliğini de ortadan kaldırmaya çalışmıştı. Vaktiyle azatlı kölesi Zeyd b. Hârise’yi genç yaşta olmasına rağmen aralarında ileri yaşta sahabilerin de olduğu bir gruba komutan tayin etmişti. Ama ashabdan bazıları, onun komutanlığı hakkında tereddüt göstermişlerdi. Sonraları Peygamber Efendimiz, dadısı Ümmü Eymen ile Zeyd’in evliliğinden dünyaya gelen Üsâme’yi Rumlar üzerine gönderilecek bir orduya komutan tayin etmişti.
Bütün bu örneklerden anlaşılacağı üzere Allah Resûlü, genç dostlarına oldukça değer vermiş, onları en iyi bir şekilde yetiştirmiş, onların iman, ibadet, amel, eğitim ve evlilikleriyle çok yakından ilgilenmiş, onlarla istişare etmiş, onların uyarılarına ve itirazlarına kulak vermiş ve onlara güvenerek uygun gördüğü görevlerde de istihdam etmiştir. Resûli Ekrem’in gençlerle olan bu ideal iletişimi, tüm Müslümanlar için tam bir numûnei imtisaldir. Geleceğin teminatı olan gençlerin söz konusu nebevi öğreti gereğince dikkate alınması ve onlara aynı itinanın gösterilmesi, en öncelikli sünnetlerdendir. Unutulmamalıdır ki gençliğin kazanılması, ideal bir toplumun kazanılması, aksi ise toplumun yitirilmesi demektir. Oldukça genç bir nüfusa sahip olan toplumumuzda gençliğin her türlü olumsuz global tesirlere karşı korunması kaçınılmazdır.