Modern zamanlar her şeyin birbirinden kesin hatlarıyla ayrıldığı ve yine her şeyin diğeri üzerine egemenlik kurmaya çalıştığı zamanlar olarak karşımıza çıktı. Hâlbuki Yüce Allah evrende, her bir şeyi diğeri ile irtibatlı kılmış.
Yani her bir şeyi, diğerinin ihtiyacını görecek şekilde yaratmış. Kendisi ise bütün ihtiyaçların iletildiği nihai makam. Evren içinde olup da, bir başka şeye ihtiyaç duymayan varlık yok. Ama son noktada her şey Allah’a muhtaç ve O hiçbir şeye muhtaç değil. Öte yandan modern zamanlar, Tanrı’ya konum biçme veya Tanrı’nın alanını daraltarak insanın alanını genişletme çabalarına sahne oldu. Nihai ihtiyaç makamı olan Tanrı adeta yok sayıldı ve her şeyin insana ait ve insanın her ihtiyacı giderebileceği anlayışı yerleşti.
Bu da, şirazenin dağılmasıydı. Hava ve su başta olmak üzere her şeye muhtaç olan insan, her şeyin ihtiyacını nasıl karşılayacaktı? Aslında bunun altındaki gerçek, insanın her şeye tahakküm etme hırsıydı. Hırsla gelinen nokta çevre katliamı, türlerin tükenişi, insanlığın büyük çoğunluğunun açlığa ve yoksulluğa mahkûm edilmesi, yeni bir kavimler göçünün tetiklenmesiydi. Bu göçü durdurmak için, aklına ilk gelen askeri tedbir: silah ve kan… Allah’ı yok sayan insan, küçük dağları ben yarattım havasına kapıldığında varacağı sonuç: kan dökmek ve doğal dengeleri bozmak… Eyvah Eyvah!
Hocam! Din bilim çatışmasından yola çıktık, nerelere geldik.
Hah, tam da ben ona giriş yapıyordum. İnsanoğlunu Allah’tan uzaklaştıran, icat ettiği birkaç şey oldu. Makineyi icat eden insan, bir anda ben de Tanrı olabilirim hevesine kapıldı. Bu o kadar hızlı gelişti ki sonunda evreni büyük bir makine zannetti ve makinenin merkezine kendisini konumlandırdı. Ürettiği bilginin büyüsüne kapıldı, makinenin gücü ayağını yerden kesti ve bir anda kendisini Tanrı’dan bağımsız gördü. Ve sonunda “Tanrı öldü” dedi. Zihninde öldürdüğü tanrının yerine bir şey koymalıydı. Kendisini koydu. Tıpkı Firavun ve Hâmân gibi. Firavun gücünün savurmasıyla rablık iddiasında bulunmuştu, Hâmân da bilgisinin… İkisinin sonunu, hepimiz biliyoruz. Modern insanın geldiği noktayı da yaşayarak görüyoruz…
Hocam! Acayip bir noktaya geldi konu. Ben bilim din çatışması demiştim.
Ona geldik şimdi. Modern insan ürettiği bilimden din çıkartmaya kalkıştı. Önce Tanrı’ya konum biçti. Adına deizm dedi. Tanrı’yı emekliye sevk etti. Emekliye ayrılabilen Tanrı, ölebilirdi de. Nitekim öldüğünü ilan etti. Nasreddin Hoca’nın tenceretabak hikâyesi gibi. Fakat modern insan bir arzusunu gerçekleştiremedi. Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle bir adam yaratmak istiyordu. İşte o, boyunu aştı. Edindiği bilgi ve kurduğu bilimle insanların kafasından bir anda Tanrı fikrinin yok olacağını zannetmişti. Olmadı. Büyük kitleler Tanrı’ya inanmaya devam etti. Bilimle tahakküm kurmaya başlayan insan, dünyanın çevre dengelerini bozdukça şüpheleri üzerine çekti. Sonunda zihninde ürettiği büyü yavaş yavaş bozulmaya başladı. Çatıştırdığı bilim ve din, beklediğinin tersine sonuç verdi. İtiraf edelim bir şeyi başardı: Bencil, savurgan, vurupkıran ve başıboş bir gençlik üretmeyi. Bilim ile dinin çatışan değil birbirini destekleyen sistemler olduğunu bazıları gördüler, ama onlar da söz dinletemediler… Hala iktidar alanlarını korumak için bu çatışmayı birileri körüklemeye devam ediyor… Kim bilir belki kıyamet böyle kopacak. On dokuzuncu yüzyılın başında deistler ve ateistler kıyametin kopmayacağına inanıyorlardı. Şimdilerde yeşil yeşil oldu hepsi… Elimizde tek dünya var koruyalım demeye başladılar… Hey gidi aklına yandığım insanlar!
Hocam! Şimdi siz bilim ile din arasında çatışma yok mu demek istiyorsunuz?
Tam da onu demek istiyorum. Bilim ile din arasında çatışma yok. Çatışma bilimden din üretmeye kalkışanlar ile dini bilim gibi görenler arasındadır. Hâlbuki her biri kendi mecrasında gitse ne iyi olurdu, değil mi? Bilim insanın dünyevi refahına hizmet eden, din ise insanın toplumsal düzeni, ahlakı ve manevi yönüne hizmet eden… Bu dünyanın imarının, öte dünyanın imarı olduğu anlayışı zihinlere yerleşse… Dünya ne güzel olurdu!
Hocam! Böyle bir dünya olur mu gerçekten?
Hele bir isteyelim, niyetine girelim, kararlılığında olalım! Neden olmasın? Bütün peygamberler gibi Yüce peygamber selam üzerlerine olsun, tam da böyle bir güzel düzeni kurmak için gönderildi ve görevlendirildiler… Bilesin ki dünya iki gerçeklik üzerine kurulmuştur: Çatışma ve dayanışma. Düzen de bu ikisinin dengelenmesidir. Peygamberlerin görevi tam da budur. Nitekim Kutlu Peygamber bir hurma aşılaması üzerinden bunun dersini vermiştir bize.
Nasıl olmuş bu Hocam?
Medine’ye hicretten sonra Medinelilerin hurmaları aşıladığını gören Hz. Peygamber, “Bunun bir faydasının olacağını zannetmiyorum.” diye buyurmuş. Bunun üzerine Medineliler hurma aşılamaktan vazgeçmişler. Fakat o yıl hurma üretiminde ciddi bir düşme meydana gelmiş. Durum Hz. Peygamber’e arz edildiğinde “Ben ancak bir beşerim. Size dininizle ilgili bir bilgi verirsem, bunu hemen alın. Kendi düşüncemle bir şey söylersem unutmayın ki ben sadece bir beşerim. Siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz.” buyurmuştur.
Bunu nasıl anlamalıyız?
Anlamamız gereken, insanın sınırlı bir varlık olduğu. Boşa söyletmedi Yüce Allah, Kutlu Peygamber’e: “De ki onlara: Ben sadece sizler gibi bir beşerim, bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyolunuyor…” (Kehf, 110) Bir insanın her şeyi kavraması, her yere yetişmesi ve her olaya müdahale etmesi mümkün değil. Bu, insanın gücünü aşar. Bunu ancak Allah yapar. Peygamber sadece insanlara doğru yolu göstermek ve yanlış yollar hususunda uyarmak için gönderilmiş. Demek ki, neymiş? Herkes kendi bildiği konuda konuşacakmış. Zira din ve bilim, birbirinden ayrı ama birbirini destekleyen iki ayrı yapıdır. Her biri insanlığın hayrı için vardır. Yalnız aralarındaki çatışma ve dayanışma dengesinin iyi gözetilmesi gerekir. Selam üzerine olsun Kutlu Nebi hurma aşılanması üzerinden tam da bu dengeye işaret etmiş. Hikmet ve adalet üzerine kurulmuş dengeye. Bu dengenin korunması işte bu hikmet ve adaleti gözetmekle olur. Bu imkânı, Yüce Allah insana ziyadesiyle vermiştir. Vereni unutmazsa şayet…
Yani her bir şeyi, diğerinin ihtiyacını görecek şekilde yaratmış. Kendisi ise bütün ihtiyaçların iletildiği nihai makam. Evren içinde olup da, bir başka şeye ihtiyaç duymayan varlık yok. Ama son noktada her şey Allah’a muhtaç ve O hiçbir şeye muhtaç değil. Öte yandan modern zamanlar, Tanrı’ya konum biçme veya Tanrı’nın alanını daraltarak insanın alanını genişletme çabalarına sahne oldu. Nihai ihtiyaç makamı olan Tanrı adeta yok sayıldı ve her şeyin insana ait ve insanın her ihtiyacı giderebileceği anlayışı yerleşti.
Bu da, şirazenin dağılmasıydı. Hava ve su başta olmak üzere her şeye muhtaç olan insan, her şeyin ihtiyacını nasıl karşılayacaktı? Aslında bunun altındaki gerçek, insanın her şeye tahakküm etme hırsıydı. Hırsla gelinen nokta çevre katliamı, türlerin tükenişi, insanlığın büyük çoğunluğunun açlığa ve yoksulluğa mahkûm edilmesi, yeni bir kavimler göçünün tetiklenmesiydi. Bu göçü durdurmak için, aklına ilk gelen askeri tedbir: silah ve kan… Allah’ı yok sayan insan, küçük dağları ben yarattım havasına kapıldığında varacağı sonuç: kan dökmek ve doğal dengeleri bozmak… Eyvah Eyvah!
Hocam! Din bilim çatışmasından yola çıktık, nerelere geldik.
Hah, tam da ben ona giriş yapıyordum. İnsanoğlunu Allah’tan uzaklaştıran, icat ettiği birkaç şey oldu. Makineyi icat eden insan, bir anda ben de Tanrı olabilirim hevesine kapıldı. Bu o kadar hızlı gelişti ki sonunda evreni büyük bir makine zannetti ve makinenin merkezine kendisini konumlandırdı. Ürettiği bilginin büyüsüne kapıldı, makinenin gücü ayağını yerden kesti ve bir anda kendisini Tanrı’dan bağımsız gördü. Ve sonunda “Tanrı öldü” dedi. Zihninde öldürdüğü tanrının yerine bir şey koymalıydı. Kendisini koydu. Tıpkı Firavun ve Hâmân gibi. Firavun gücünün savurmasıyla rablık iddiasında bulunmuştu, Hâmân da bilgisinin… İkisinin sonunu, hepimiz biliyoruz. Modern insanın geldiği noktayı da yaşayarak görüyoruz…
Hocam! Acayip bir noktaya geldi konu. Ben bilim din çatışması demiştim.
Ona geldik şimdi. Modern insan ürettiği bilimden din çıkartmaya kalkıştı. Önce Tanrı’ya konum biçti. Adına deizm dedi. Tanrı’yı emekliye sevk etti. Emekliye ayrılabilen Tanrı, ölebilirdi de. Nitekim öldüğünü ilan etti. Nasreddin Hoca’nın tenceretabak hikâyesi gibi. Fakat modern insan bir arzusunu gerçekleştiremedi. Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle bir adam yaratmak istiyordu. İşte o, boyunu aştı. Edindiği bilgi ve kurduğu bilimle insanların kafasından bir anda Tanrı fikrinin yok olacağını zannetmişti. Olmadı. Büyük kitleler Tanrı’ya inanmaya devam etti. Bilimle tahakküm kurmaya başlayan insan, dünyanın çevre dengelerini bozdukça şüpheleri üzerine çekti. Sonunda zihninde ürettiği büyü yavaş yavaş bozulmaya başladı. Çatıştırdığı bilim ve din, beklediğinin tersine sonuç verdi. İtiraf edelim bir şeyi başardı: Bencil, savurgan, vurupkıran ve başıboş bir gençlik üretmeyi. Bilim ile dinin çatışan değil birbirini destekleyen sistemler olduğunu bazıları gördüler, ama onlar da söz dinletemediler… Hala iktidar alanlarını korumak için bu çatışmayı birileri körüklemeye devam ediyor… Kim bilir belki kıyamet böyle kopacak. On dokuzuncu yüzyılın başında deistler ve ateistler kıyametin kopmayacağına inanıyorlardı. Şimdilerde yeşil yeşil oldu hepsi… Elimizde tek dünya var koruyalım demeye başladılar… Hey gidi aklına yandığım insanlar!
Hocam! Şimdi siz bilim ile din arasında çatışma yok mu demek istiyorsunuz?
Tam da onu demek istiyorum. Bilim ile din arasında çatışma yok. Çatışma bilimden din üretmeye kalkışanlar ile dini bilim gibi görenler arasındadır. Hâlbuki her biri kendi mecrasında gitse ne iyi olurdu, değil mi? Bilim insanın dünyevi refahına hizmet eden, din ise insanın toplumsal düzeni, ahlakı ve manevi yönüne hizmet eden… Bu dünyanın imarının, öte dünyanın imarı olduğu anlayışı zihinlere yerleşse… Dünya ne güzel olurdu!
Hocam! Böyle bir dünya olur mu gerçekten?
Hele bir isteyelim, niyetine girelim, kararlılığında olalım! Neden olmasın? Bütün peygamberler gibi Yüce peygamber selam üzerlerine olsun, tam da böyle bir güzel düzeni kurmak için gönderildi ve görevlendirildiler… Bilesin ki dünya iki gerçeklik üzerine kurulmuştur: Çatışma ve dayanışma. Düzen de bu ikisinin dengelenmesidir. Peygamberlerin görevi tam da budur. Nitekim Kutlu Peygamber bir hurma aşılaması üzerinden bunun dersini vermiştir bize.
Nasıl olmuş bu Hocam?
Medine’ye hicretten sonra Medinelilerin hurmaları aşıladığını gören Hz. Peygamber, “Bunun bir faydasının olacağını zannetmiyorum.” diye buyurmuş. Bunun üzerine Medineliler hurma aşılamaktan vazgeçmişler. Fakat o yıl hurma üretiminde ciddi bir düşme meydana gelmiş. Durum Hz. Peygamber’e arz edildiğinde “Ben ancak bir beşerim. Size dininizle ilgili bir bilgi verirsem, bunu hemen alın. Kendi düşüncemle bir şey söylersem unutmayın ki ben sadece bir beşerim. Siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz.” buyurmuştur.
Bunu nasıl anlamalıyız?
Anlamamız gereken, insanın sınırlı bir varlık olduğu. Boşa söyletmedi Yüce Allah, Kutlu Peygamber’e: “De ki onlara: Ben sadece sizler gibi bir beşerim, bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyolunuyor…” (Kehf, 110) Bir insanın her şeyi kavraması, her yere yetişmesi ve her olaya müdahale etmesi mümkün değil. Bu, insanın gücünü aşar. Bunu ancak Allah yapar. Peygamber sadece insanlara doğru yolu göstermek ve yanlış yollar hususunda uyarmak için gönderilmiş. Demek ki, neymiş? Herkes kendi bildiği konuda konuşacakmış. Zira din ve bilim, birbirinden ayrı ama birbirini destekleyen iki ayrı yapıdır. Her biri insanlığın hayrı için vardır. Yalnız aralarındaki çatışma ve dayanışma dengesinin iyi gözetilmesi gerekir. Selam üzerine olsun Kutlu Nebi hurma aşılanması üzerinden tam da bu dengeye işaret etmiş. Hikmet ve adalet üzerine kurulmuş dengeye. Bu dengenin korunması işte bu hikmet ve adaleti gözetmekle olur. Bu imkânı, Yüce Allah insana ziyadesiyle vermiştir. Vereni unutmazsa şayet…