Neden?
Rasûlullah (s.a.s.) böylece, toplumların inşası için gerekli olan bir sünneti icra ediyordu. Olaya, toplumkültür sistemlerinin gelişme seyirleri açısından bakıldığında, Rasûlullah’ın çok hayatî bir içtimaî vetireyi uyguladığını görürüz. Gerçekten de müesseseleşme safhasına ve oradan da insanlarla müşahhaslaşma merhalesine ulaşamamış hiçbir inanç, kültür ve değerler sisteminin kalıcı, bütünleşmiş bir sosyal sistem haline geldiği görülmemiştir. Düşünce tarihine bakıldığında, sadece fikir babalarının kafalarında ya da dar çevrelerinde kalmış yüzlerce teoriye rastlanır. Felsefe tarihi, adeta bir fikirler mezarlığıdır. Medeniyet tarihçileri bunları, sadece büyük kültür sistemlerini zenginleştiren “etnoğrafik malzeme” olarak görüyorlar, insana ulaşma ve müesseseye kavuşma, büyük kültür sistemi olmaya aday bir inanç sisteminin zaruri merhaleleridir. Rasûlullah (s.a.s.) da ümmetine bu sünnetiyle öncülük etti ve İslam’ın büyük medeniyetinin yolunu açtı. Rasûlullah (s.a.s.)’ın sırtında taşıdığı kerpiçler, tıpkı, İslam inancını dokuyan vahiy gibi, tıpkı bütün sünneti seniyye gibi, bütün bir İslam medeniyet asırlarını dokuyan hayatî unsurlardandır.
Mescid Ümmet Medeniyet
Rasûlullah (s.a.s) bu mescide büyük önem verdi. İslam medeniyetinin çiçek açtığı her sahanın tohumu bu mesciddedir. Hem maddi değerler olarak, hem insan unsuru olarak, hem de devlet yönetimi, siyaset, ilim ve fikir hamlelerinde...
Ümmetin çekirdeği sahabidir. Ve sahabi, bu mescitte, dünyaya seslenme atmosferini bulmuştur. İslam’ın öğretmeninin de, ordusunun da sade insanının da kaynağı bu mescittir. Allah Rasûlü (s.a.s.), İslam ümmetini, bu mescitte saf saf dokumuştur. “Düzgün durun, karışık durmayın ki, kalpleriniz de karmakarışık olmasın!”2 Bunlar, Mescid’in ilk imamının (s.a.s) kendisine uyanlara sürekli ikazları... Müminlerin arasından su sızmayacak. Kenetlenmiş duvar gibi bir topluluk... İşte ümmetin çekirdeği bu.
Saadet çağında Medine’de bulunup da, peygamber Mescidi’nde dokunan bu kutlu kumaşta bir renk olamamak mümkün mü? Caiz mi?
“Beni mescide götürecek bir kişi yok. Evimde namaz kılabilir miyim?” diyerek, Medine’nin yılanını, akrebini, çıyanını hatırlatan âmâ bir sahabiye ne demek gerekir? “Eh, siz de evinizde kılın.” mı? Hayır, Rasûlullah öyle düşünmüyor. O sahabeye “Ezan sesini işitiyor musun?” diye soruyor. “Evet diye cevap alınca da “Öyle ise davete icabet et.” buyuruyor. Allah Rasûlü’nün en zayıf müminde ümmet için bir değer gören bu hassasiyeti olmasaydı, İslam’ı asırlar ötesine taşıyan, omuzlarında koca bir medeniyet inşa edilen çekirdek ümmet oluşur muydu?
Allah Rasûlü’nün ihtarına, tehdidine bakınız: Ebü Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
“Nefsim, Yedi Kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, içimden şöyle geçiyor:
“Odun yığılmasını emredeyim. Odunlar yığılsın. Sonra namazı emredeyim. Namaz için ezan okunsun. Daha sonra bir adamın müminlere imam olmasını emredeyim. Ve gidip, namaza gelmeyenlerin evlerini yakayım.”3 Hadi, şu evlerde oturalım, bakalım.
Bu ikaz, çağındaki müminleri öylesine etkiledi ki, cemaate yetişip yetişmemek bir inanç ölçüsü haline geldi. Abdullah b. Mes’ud (r.a.) Peygamber neslinin bu hassasiyetini şöyle ifade ediyor: “Eğer siz, cemaate gitmeyen şu adam gibi olursanız, Peygamber’in izini, sünnetini terk etmiş olursunuz. Peygamber’in izini, sünnetini terk ederseniz elbette yolunuzu şaşırırsınız.”4 Abdullah b. Mes’ud’un çağı ile ilgili gözlemi ise şöyledir:
“Şüphesiz gördük ki cemaatten ancak, nifakları ortada olan münafıklar uzak kalırlar. Takati olmayanlardan bazı kimseler bile, iki adam tarafından koltuklanarak sallana sallana camiye getirilir ve saf arasına sokulurdu.”
İrtihalinden önce, hastalığının en şiddetli günleri hariç (ki sadece 17 vakittir) bütün namazlarda ashabının önünde yeralan Allah Rasûlü, imamlıkta ne güzel örnektir. Yine hastalık günlerinde, ayakta duracak takati bulur bulmaz, imametle görevlendirdiği Hz. Ebubekir’in arkasında cemaate çıkan Allah Rasûlü cemaate katılışta ne güzel örnektir. Asırlarca, cemaate koşan gözü görmez, ayağı tutmaz, beli bükülmüş ama imanı diri müminlerde bu örnekten bir yansıma vardır. Asırlarca ve bugün, İslam’ı, secde ile parlayan alınlarında bir yüz akı gibi taşıyan mescitlerin hasretliği genç, diri nesillerde bu örnekten şavklanmalar vardır. Ve işte bu ümmet o mescitteki kutlu cemaatin armağanıdır. Asırlar boyunca, İslam çağlarının insan unsuru, bu cemaatten neşvü nema bulmuştur.
Yine o mescit, İslam çağlarının medeniyet hamlelerinde, maddi unsurun ruh kökü olmuştur. Cumaların kılındığı, Peygamber halifelerinin imamet ettiği büyük camilerde Mescidi Nebî’ye bizzat Rasûlullah tarafından taşınan kerpiçlerin, tuğlaların nişanı vardır. Kuytu, sırtını dağlara yaslamış köy mescitlerinde, Mescidi Nebî’nin hasreti, selam ve bağlılık andı müşahede edilir. İslam medeniyetinin sosyal müesseseleri olarak kurulan, hizmet veren imarethaneler, darüşşifalar, kervansaraylar, tıpkı mescitler gibi, Peygamber mescidinden izler taşırlar. Çünkü o mescid, insan unsuru olarak İslam ümmetini dokurken, müessese olarak da İslam medeniyetinin müesseselerinin çekirdeği olmuştur.
Sonra devlet yönetimi, siyaset ve ilimfikir hamleleri... İslam’ın devlet yönetim ilkeleri, siyaset doktrini, hukuk sistemi, bu mescitte, bizzat Hazreti Peygamber tarafından belirlenmiştir. İlim ve fikir halkaları da bizzat onun (s.a.s.) etrafında oluşmaya başlamış, daha sonraki nesiller buradan, bu halkalardan ışık almıştır.
Peygamber Mescidi’nin sadece bir ibadet mahalli olarak görev ifa etmediğinde, çok daha külli bir sistemin çekirdeği olduğunda şüphe yoktur. İslam ülkesi genişledikçe, Peygamber Mescidi’ne özene özene yapılan, inşa edildikleri toprakları Müslümanlaştıran mescidler de, ümmet bütünlüğünün ifadesi olmuşlar, kendi çaplarında Mescidi Nebi’nin ilk fonksiyonlarını ifa etmişlerdir. Devlet, siyaset belki farklı bir organizasyon halinde ortaya çıkmıştır ama meşruiyyet kaynağı yine mescidlerin manevi hüviyetine bağlılığıdır. Devletin başkanı ile camide cemaatin önüne geçen kişi aynı adı (imam) paylaşırlar. Hatta devlet başkanı veya adına görevlendireceği kişi, ibadet ve devlet yönetiminin aynı kıbleye yönelmekte olduğunu tekrar tekrar ifade için büyük camilerde imamlığı üstlenir, İslam çağları hep böyledir. İmam bir yönüyle ‘’mescitte” önder, diğer yönüyle ümmetin önderidir. Mescit, nasıl Hazreti Peygamber döneminde Allah’a secde edilen yer, ümmeti dokuyan mekân, hayatın merkezi ve toplum faaliyetlerinin nirengi noktası ise, daha sonra İslam’ın güçlü, berrak çağlarında da böyledir.
Fonksiyonlarda Aşınma
Mescidin fonksiyonlarının aşındığı çağlarla, İslam ümmetinin güçten düştüğü çağlar paralellik taşır.
Mescit, ibadet merkezi olarak toplayıcılığını yitirir. Ümmet, fırka fırka ibadet mekânları edinir. Ya da her fırka kendine has mescit inşa eder. Herkes, kendi ibadet mahalli dışındakinde bir “Mescidi Dırar” özelliği aramaya kalkışır. Hani neredeyse yakılıp, yıkılmasına hükmetme feveranına ulaşır.
Mescit, devlet yönetimi, hukuk sistemi ve siyaset doktrini üzerindeki müessiriyetini, murakabe ve yönlendirme gücünü kaybeder. Mescitten yönetime bir etkileme yerine, yönetimden mescide bir etkileme söz konusudur. Fetva makamının, siyasî yönetimlerin zorbalığı ile karşılaştığı dönemler gelir. İstenen tarzda fetva vermesi için mescit ve ders halkalarındaki “İmam”ların, siyasî gücü elinde bulunduran “İmam”lar tarafından zindanlara atıldığı, döve döve öldürüldüğü görülür. Bu, mescidin fonksiyonlarında çok önemli bir aşınmadır. Öyle ki bu fonksiyon kaybı ile mescid, görünüşte dinî, gerçekte ise laik bir statü içine sokulur. Mescidin fonksiyonlarındaki bu aşınma, aslında, siyaset ve devlet yönetimi üzerindeki ümmet kontrolünün azalmasına, dolayısıyla ümmetin gücünün de farklı kanallara yönelmesine yol açar. Bu, mescidin, ümmet inşa edici karakterine vurulan bir darbedir. Böylece İslam’ın toplum yapısını, kültür ve medeniyet dünyasını üzerinde taşıyan temellerde çatlama olur. Mescit ki, İslam’ın ana müessesesidir, bütün müesseselere ışık veren kaynaktır, o, fonksiyonlarından azami derecede soyutlanmıştır. Ümmet ki, İslam inancını hayata taşıyacak unsurdur, onun oluşumu, Peygamber Mescidi’nden çok farklı mekânlarda vuku bulmaktadır. Mescit yine vardır, hatta Mescidi Nebî’den çok çok görkemlidir ama, hayattaki etkisi de o derece sınırlıdır. Ne ümmet kurucu, ne devlet güdücü, ne de ilmifikri hamlelere kaynaklık edici özelliktedir. Bir alemdir belki, toprağa, ülkeye sahip çıkan... Toprağı İslam adına bekleyen... İslamlı günler için bekleyen...
Mescid aslî fonksiyonlarını henüz bulamadı. Dini, hayata sokmak istemeyenler mescidi de kuşatılmış bir pozisyonda bulundurmakta yarar görüyorlar. Mescid ümmeti inşa edemiyor, ümmet, mescidin fonksiyonlarını ihyaya soyunamıyor. Bu, biri diğerinden ayrı düşünülemeyecek iki problem. Öyle ki, çözümleri birbiriyle kesinlikle ilgili. Ümmetle mescit hayata birlikte doğacaklar. Halen, saf düzenlerini kaybeden, aynı safta dizilemeyen, saflarında kopmalar, eğrilmeler, yamulmalar bulunan, bu yüzden de kalpleri başkalaşıp aralarına şeytan sokulan müminler, mescitler arasında bir mescit aramaya başlayacaklar... Sanki Hazreti Peygamber’le birlikte kerpiçlerini taşıdıkları, birlikte inşa ettikleri bir mescit... Onun arkasında saf bağlıyormuş gibi saf bağlayacaklar... Aralarından su sızmayacak...
Omuzlarını birbirine daha bir daha bir yaklaştıracaklar... Mescit mescit olacak, ümmet de ümmet... O zaman soracaklar birbirine bakarak: Hani, bu ümmetin imamı?
Mescidin Yolunu Keşfetmek
Ama bu soruya gelmeden, mümin, mescidin yolunu keşfetmeli değil mi? Mescidi, mihrabı, minberi, ezanı, minaresi ile yeniden bir ortak sevgi odağı haline getirmeli değil mi? İşte oralarda, sülün gibi minareleriyle, mahzun her mescit, her köşesini ihya edecek neferler bekliyor.. Onlar kucaklamaya hazır, yeter ki, onlara koşanlar birbirleriyle kucaklaşmaya hazır olsunlar...
Allah sevgisiyle mescit inşa edenler, Allah sevgisi etrafında bir ümmet olmaya da karar verirlerse, Peygamber Mescidi, her mescitte neden hayat bulmasın...
“Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namazı kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başka kimseden korkmayan (insan)lar imar ederler...”
“Allah’ın mescitlerinde, Allah’ın adının anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır? Bunların oralara korka korka girmeleri gerekir. Bunlar için dünyada rezillik, ahirette de büyük azap vardır.”
İşte iki ayet: Allah’ın mescitlerini imar da bize ait, harap etmekte... İmar edersek, oradan yepyeni bir ümmet olarak, yepyeni bir hayata doğacağız. Harap edenlerle birlikte olursak, harabiyetine göz yumarsak, işte zulme ortaklık budur.
Acaba gönlümüzde mamur bir mescit özlemi var mı? Şu yanı başımızdaki mescidi, bir sabah namazında ziyaret edip, kandilini yakıyor muyuz? Oraya, bir mümine kavuşma sevinci yaşatıyor muyuz? Çocuklarımızın ışıltılı gözleri oranın Kur’an pınarında yıkanıyor mu?
Yoksa Allah Rasûlü’nün gelip evimizi ateşe vermesini mi bekliyoruz?
Mescitlerin Peygamber Mescidi’nin manevi görkemini taşıdığı, ümmetin muhammed ümmeti olduğu günler için yürekleri pekiştirme zamanıdır.