Eminim yukarıdaki kareler hiçbirimize yabancı değil. Çoğu zaman dikkatimizi dahi çekmeyen, önemsemeye değer bulmadığımız birçoğumuzun evinde oradan buraya uçuşan aile resimleriyle süslü kâğıt parçalarının bize ne gibi mesajlar verdiğini bu yazı ile sizlere hatırlatmak istiyoruz.
Yıllardır dilimize, dudağımıza yapışmış bir tanım var. “Aile, toplumun en küçük yapı taşıdır”. Bize göre bu yapı taşı ile toplumlar var olmuştur. Aileyi tıpkı bedenimizdeki bir hücreye benzetmiş; hücrenin sağlığı ile vücut sağlığı arasında kurduğumuz orantıyı, ailenin huzuru ile toplumların mutluluğuna uyarlamışızdır. Bu tanım ile birlikte aileyi günden güne bir kuruma bir şirkete benzetmeye başlamış, aile içinde yaşayan bireyleri ise o şirketin o işyerinin çalışanları olarak düşünmeye alışmışızdır. Bununla bağlantılı olarak ta yuva kurarken iyi ahlak, iyi huyluluk, insanlık gibi kriterleri öteleyip “kaç lira maaş aldığı, evinin hangi semtte olduğu, arabasının markası” gibi sorularımız, kuracağımız yuvanın belirleyicileri olmuştur.
Küçücük bedenleri ile şartlar ne olursa olsun, teknoloji ne kadar değişirse değişsin, yıllardır mutlu yuva resimleri çizen çocuklarımız, bize yüreklerinin büyüklüğünü ve isteklerinin sadece aile saadeti olduğunu göstermişlerdir. Oysa biz büyükler evliliklerimizi şirket kurmaya benzetirken, çocuklarımızı da ne denli doktor, mimar, mühendis olarak yetiştirirsek o kadar kendimizi iyi annebaba kabul ederiz. Evlatlarımızın karne notları, başardıkları sınavlar orantısında yuvalarımızı mutlu adderiz. Yıllar geçip saçlar ağarınca, dizler tutmaz olunca akıl başa gelir ama iş işten geçmiştir. Evlatlar çok iyi öğrenim görmüşlerdir. Birkaç lisanı da ana dilleri gibi konuşabilmektedirler. Ama bir yıl içerisinde bizi ziyaretleri sayılıdır. İşleri yoğundur. Ne olmuştur da bacalarından yazkış duman tüten evler çizen çocuklarımızın istekleri sadece mutluluk iken, şimdi hayattan ne istediklerini bilememektedirler.
Gözlerimizin önünden film şeridi gibi geçen bu kareler içimizi kararttı diyorsak haydi gelin yeniden başlayalım. Yukarıdaki senaryoda yanlışı bulalım. Yoksa bizler çocuklarımızın maddi ihtiyaçları için dövünürken manevi yönlerini ihmal mi ettik? Oysa onlar bizden sadece sevgi ve ilgi istemişlerdi. İnsanı insan yapanın ruh olduğunu nasıl unuttuk? İnsandan ruhu alırsak masadan veya herhangi bir nesneden ne farkı kalırdı düşünemedik. Öyle ise bu siyahbeyaz senaryoya renk katalım, ruh katalım. Artık ailelerimize hak ettikleri değeri verelim, diyorsak biraz destek alalım. Kul aklımızla biz bu işi başaramayız diye düşünüyorsak hayat kitabımız Kur’anı Kerim’e sarılıp, insanlığın rehberi Hz. peygamber efendimize kulak verelim. Günümüz şartlarında işin kolayına kaçarak, hepimizin kötülüklerden şikâyet edip bir zahmete girmediğimiz günlerimizi arkada bırakalım. Doğumdan yetişkinliğine kadar çocuklarımızı ahlak üzere, hadisi şerifin deyimiyle “fıtrat” üzere nasıl yetiştirebileceğimize bakalım.
Çocuk, anne ve babaya Allah’ın bir hediyesidir. Aynı zamanda da emanetidir. Aile bahçesinin gülü, aile cennetinin sümbülüdür. Onları sevgi ile yetiştirip, topluma yararlı bir insan olarak hazırlamak anne ve babanın en önemli görevlerindendir. Kur’anı Kerim Nahl sûresinde; “Allah, size kendi cinsinizden eşler var etti. Eşlerinizden de oğullar ve torunlar verdi ve sizi temiz şeylerden rızıklandırdı. Öyle iken onlar batıla inanıyorlar da Allah’ın nimetini inkâr mı ediyorlar?” Hatta aynı sûrede çocukların gençliklerini ve ileri dönemlerini etkileyecek cinsiyet ayrımına da dikkat çekilmektedir. “Onlardan biri, kız ile müjdelendiği zaman içi öfke ile dolarak yüzü simsiyah kesilir!” “Kendisine verilen kötü müjde (!) yüzünden halktan gizlenir. Şimdi onu, aşağılanmış olarak yanında tutacak mı, yoksa toprağa mı gömecek? Bak, ne kötü hüküm veriyorlar!” Ayeti kerimeleri düşündükçe üçüncü çocuğunun da kız olacağını ultrason tetkiklerinden öğrenen birçok babanın yüzü gözümüzün önüne geliyor. Hemen Peygamber Efendimizin müjdesi bizi serinletiyor. “Kim ki üç tane kız çocuğu yetiştirir, güzel terbiye eder, evlendirir ve onlara iyilikte bulunursa onun için cennet vardır.”
Çocuk eğitimi doğumdan önce eşlerin seçimi ile başlar. Helal lokma yemek, çocuğun mayasını belirler. Anneler dünyaya getirecekleri çocuğun mayasına özen göstermelidirler. Gebelik süresince alınan folik asidin bebeğin beyin yapısına yararları nasıl bugün biliniyorsa haram yememek, içmemek, haram konuşmayıp dinlememenin de çocuğun manevi iskeletini oluşturacağı bilinmelidir. Evlatlarımızın ruh dünyalarını beslemek için toplum içerisinde çağrıldıkları, hitap edildikleri isimlerin de önemi büyüktür. Günümüzde “değişik olması” için verilen çok farklı isimlerin anlamca içlerinin boş olduğu bilinmektedir. İsimlerin bireyler üzerinde büyük etkileri olacağı muhakkaktır. Bu sebepten dolayı kendisine Allah tarafından emanet olarak verilen çocuğuna güzel, anlamlı isim vermek anne babanın evladına karşı yapacağı ilk görevleri arasındadır.
Bu kısma kadar olan ebeveynlik görevlerimiz genellikle çocuğumuzu dünyaya getirme sürecini içine alıyordu. Güzel bir isim konularak birey olma yolunda ilerleyen ciğerparemiz için bizi bundan sonra hiç bitmeyecek iki görev bekliyordu.
Evlatlarımızı sevgi ile eğitmek. Bir cümlede, bir çırpıda söyleniveren bu vazifeler anne ve babalar için sonunda cenneti veya cehennemi getiren uzun bir zaman dilimini içine alır. Sevgi ve eğitim… Sabırla, bıkmadan, usanmadan gönülden yapılacak olan iki fiil. Sevgi göstermek ve eğitim vermek.
Sevgi göstermek; azıcığı maddi, çoğunluğu manevi olan bir fiil. Gönülden sevmek, karşılıksız şefkat göstermek. Son yıllarda psikologların ifadesi ile “her şeye rağmen sevgi” tarifi. Yüce Rabbimiz Kehf sûresinde, “Mallar ve evlatlar, dünya hayatının süsüdür. Baki kalacak salih ameller ise, Rabbinin katında, sevap olarak da ümit olarak da daha hayırlıdır”5 buyurarak çocuklarımızı dünya hayatının süsü olarak nitelendirmiştir. Süs hiç sevilmez mi? Fahri kâinat efendimiz Hz. Peygamber efendimizin çocuklara olan sevgisi bize her konuda olduğu gibi bu konuda da örnek olmuştur. Hz. Peygamber’in hutbede iken Hasan ile Hüseyin’in gelişi ile irat ettiği hutbeyi bölerek onları karşılaması ve kucağına alarak devam etmesi6; bir gün torunu Hasan’ı öperken “benim on tane çocuğum var, bugüne kadar onlardan hiçbirini öpmedim” diyen Akra’ b. Habis’e, “merhamet etmeyene merhamet olunmaz”7 diye buyurması, hepimizin bildiği hadisi şeriflerdendir. Bir başka hadisi şerifte ise çocukları öpüp sevmeyi “Allah’ın gönüle koyduğu bir merhamet”8 olarak tavsif ederken, Allah Resûlü’nün çocuklarla oynadığı, güldüğü, şakalaştığı bazen de hastalanan bir çocuk için gözyaşı döktüğü görülmektedir.9
Annebaba çocuklarının sahibi değil, emanetçisidir. Allah Tealâ, yeryüzüne yeni bir can göndermeyi murat etmiş ve bu canın oluşumu, doğumu ve gelişimi için ebeveyni görevlendirmiştir. Dolayısıyla emanetin sahibi olan Yüce Rabbimize karşı ciddi bir sorumluluk yüklenen annebaba, O’nun kendilerine teslim ettiği küçük insanı hakkıyla büyütmekle mükelleftirler. Böylesine yüce bir ismin emanetine gözleri gibi bakmak ve asla hıyanet etmemek zorundadırlar. Bu durum, çocuk üzerinde istedikleri tasarrufta bulunma özgürlüklerinin olamadığı anlamına gelir. Zira bir gün gelecek, emanetini nasıl yoğurup şekillendirdikleri, neyle besleyip hangi şartlarda muhafaza ettikleri hususunda Allah’a hesap vereceklerdir. Çocuk, dünya hayatında imtihan vesilesidir. İnsanın neredeyse tüm zamanını doldurur. Annebaba için neredeyse zaman durmuş, bütün dikkatleri evlatlarının gelişimine odaklanmıştır. İhtiyaçların biri biterken diğeri başlar, sorunların biri çözülürken diğeri düğümlenir. Oysa insan, çocuğuna sevgi ile bağlanırken, onun hayatı öğrenmesi ve ayakları üzerinde durabilmesi için çabalarken, kendi hayatının ana gayesini unutmamalıdır.10 Yüce Rabbimiz; “Ey iman edenler! Mallarınız ve evlatlarınız sizi, Allah’ı zikret mekten alıkoymasın. Her kim bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.”
Evlatlarımız bizler için birer imtihan vesilesidir. Dünya hayatımızı süsleyen, övgü ve gurura sebep olabilecekleri gibi utanç kaynağı da olabilirler. Ahiret hayatımıza bir sadakai cariye kapısı açabilecekleri gibi azaba götüren yollara davetiye çıkarabilirler. Öyle ise yol yakınken, keşke demeden çocuklarımızı Allah zikri ile tanıştırmalıyız. Allah Tealâ; “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun”12 buyurmaktadır. Çocuklar ilk terbiyeyi aile ocağından alırlar. Ailede öğrendikleri değerler kendilerine ileride ışık olur, rehber olur. Kendileri aile kurdukları zaman yetiştikleri yuvayı örnek alırlar. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurur: “Hiçbir anne ve baba çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir bağışta bulunmuş olamaz.”
Çocuklarımızın terbiyesi, eğitimi derken sınavlar, kurslar, okullar aklımıza gelir. Manevi eğitimleri ise hep “daha küçük, hele biraz büyüsün, çok zayıf” gibi bahanelerle erteleriz. Büyüyüverirler bir anda, o zaman da geç kalırız. Çünkü ciğerparemiz delikanlı olmuştur. Yüce Rabbimiz Kur’anı Kerim’de, “Ailene namazı emret ve kendin de ona devam et. Senden rızık istemiyoruz. Sana da biz rızık veriyoruz. Güzel sonuç, Allah’a karşı gelmekten sakınanındır” buyurmaktadır.
Din eğitimi, namazı sevdirme ve alıştırma, namaza devamlılık, ahlaklı genç yetiştirme gibi hangi başlık telaffuz edilirse edilsin, toplumumuzun her kesiminden “ah ah!” feryatlarını duyar gibiyiz. Çocuğumuzun artık bizi dinlemediğini, başına buyruk davrandığını günlük hayatta defalarca işitiyoruz. Doğumdan önce başlattığımız süreci yetişkinliğine kadar götürürken çocukluk dönemine daha çok vurgu yapılmasının nedeni yetişkinliğin tohumunun çocukluğa uzandığıdır. Bu nedenle bizler çocuklarımıza önce camiyi tanıtmalı, sevdirmeliyiz. Toplum olarak saygı ile korku kavramlarını birbirine karıştırıyoruz. Kur’an’a çok saygı duyuyoruz öyleyse yüksek bir yere koyalım, okumayalım. Camiye çok saygı duyuyoruz, orada bir saygısızlık yapmaktan korkuyoruz öyleyse camiye girmeyelim. Hele çocukları hiç götürmeyelim, nemelazım yaramazlık filan yapar, hacı dedeler bize kızar. Kadın… Düşünmek bile imkânsız. Kız çocuklarının ne işi var camide? Daha geçenlerde, bulunduğum ilin büyük bir camisinde Cuma namazı kılmak için kadınlar girişinin kapısında ayakkabılarımı çıkarırken, hacı dedenin biri bir eliyle de beni kış kışlayarak “git kızım, ne işin var camide, evine git” diye kovaladığı bugün gibi aklımdadır.
İsterseniz hepimiz gözlerimizi kapayalım ve bir anlığına Allah Resûlü’nün döneminde mescitleri hayal edelim. Haftanın her günü ve her dakikası ders halkaları olan bir mukaddes mekân düşünelim. Üzerine bir gününün de tamamen kadınlara has kılındığını düşünmek, bugünün camileri ile kıyaslandığında beynimizin sınırlarını zorluyor. Savaş kararlarının alındığı, misafirhane olarak kullanılan, beytülmal olarak görebileceğimiz, uyunup dinlenilen, barınılan, şiirler okunup savaş oyunları sergilenen, savaşta ise hastane görevi gören bir mekân… Yani her şey. Bizim çocuklarımızın ve gençlerimizin çok uzak olduğu, yabancı hissettikleri kavramlar bunlar. Cuma veya bayram namazlarına gidilen, en çabuğundan çıkılmak istenen ritüel havasına bürünen camilerimiz ve ibadetlerimiz. Peygamber efendimizin cemaatle namaz kıldırırken bir çocuk ağlaması duyunca annesine eza olmaması için namazı kısa kesmesi ise yüzyıllar öncesinden bugüne en düşünceli hareket. Allah Resûlü gençlere bir iş verdiği zaman, tecrübesizlikten kaynaklanan ürkekliği yok etmek üzere muhatabına güven verir ve onu cesaretlendirirdi. Gençlik hevesleri konusunda delikanlılardan sadır olabilecek aşırılıkları, onları kırmadan, incitmeden, küçük düşürmeden engeller ve yanlışını görmesine yardımcı olurdu. Öyle ise bizler de kaybettiğimiz mescit alışkanlığımızın geri gelmesi ve ailece genç, çolukçocuk demeden İslam ahlakı ile süslenmek için neler yapabileceğimizi şöyle bir özetleyelim:
Doğumundan yetişkinliğine kadar bireyin İslam terbiyesi ile eğitimini sağlamak.
Kur’anı Kerim’in üslubunu takip ederek gençlerimize hitap etmek. Lokman sûresinde “Ey Oğulcuğum!” hitabı gibi.
Gençlerin dışarıda kötü alışkanlık edinebilecekleri yerlere gitmemeleri için cami müştemilatı içerisine hoşça vakit geçirebilecekleri mekânlar hazırlamak. Özellikle son aylarda adını sıkça duyduğumuz “Bonzai” ve diğer kötü alışkanlıklara karşı daha dikkatli olmak.
Dinî ve millî günlerimizi ailece önemsemek ve camiyi özel mekânlarımız arasına dâhil etmek.
Camiyi çekinilecek değil her daim edeple ziyaret edilebilecek gerektiğinde zaman geçirilebilecek bir sevgi makamı hâline getirmek.
Yabancı menşeli çizgi filmlerde kilise mutlaka vurgulanmaktadır. Yerli çizgi filmlerimizde ise cami veya mescit olgusuna neredeyse hiç rastlanmamaktadır. Bu hassasiyetlere dikkat edilmesinin çocuklarımızın ruh dünyası üzerinde büyük etkileri olacağı malumdur.
Ramazan ayını bizim ve ailemiz için diğer aylardan farklı yaşamak.
Camilerimize has “aile günü, kadın günü, genç günü” planlamaları yapmak.
Dini Yayınlar Genel Müdürlüğümüzce yayını yapılan “Ailem ve Çocuk” dergilerini daha geniş kitlelere tanıtabilmek.
Küçük yaşlardan itibaren çocuklarımızın ailemizin dede ve nineleriyle daha fazla vakit geçirebilmelerini sağlamak.
Mübarek gecelere has evlerimizde farklı kutlamalara yer vererek o günün farkında lığını tüm aile bireylerine hissettirmek.
Ödül anlayışımızda gezilecek mekânların arasına camilerimizi de eklemek.
Babaoğul futbol maçına birlikte gitmeleri, anakız kına gecesine katılmaları gibi camileri birlikte hoş zaman geçirebilecekleri yerler arasına almak.
Biz din görevlileri olarak yeni görev anlayışımızı gözden geçirmeli, topluma karşı sorumluluklarımızın bilincine varabilmek için kabuğumuzdan çıkarak, ihtiyaç duyan gönüllerle hemhal olabilmeliyiz. Bu yönde sosyal sorumluluk projeleri geliştirerek sağlıklı bir şekilde yürümesine katkıda bulunmalıyız.
Camilerimizi, çocuk ve genç cıvıltılarının doldurduğu nice haftalara sağlıcakla kavuşmak duasıyla haftamız kutlu olsun.
Şerife Hanım ALTUNER