Çünkü ahirete imanın vahiy ve dolayısıyla Kur’an/ kelam kültüründeki adlarından biri vaad ve vaid kavramıdır. “Hüküm gerçekleşince şeytan onlara şöyle demiştir: “Allah size gerçek bir vaadde bulundu. Ben de size bir vaadde bulundum, ama ben verdiğim sözde durmadım. Benim size karşı kullanacağım bir gücüm yoktu. Ben çağırdım, siz geldiniz. Beni değil, kendinizi kınayın. Şimdi ne ben sizi kurtarabilirim ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Ben daha önce sizin beni Allah’a ortak saymanızı da inkâr etmiştim.”2 Üstelik bu Allah ile kulları arasındaki sözleşmeyi de kapsayan bir nitelik arz ediyor.
Bu yönüyle ahit Allah’a imanın kapsam alanına giriyor. Hatta risalete ve nübüvvete, vahye ve kitaba iman konularına dâhil olarak gitgide farklı alanların konusu haline geliyor. “O ülkelerin haberlerinin bir kısmını sana anlatıyoruz. Peygamberleri onlara açık delillerle geldiler ama onlar daha önce inkâr ettikleri için inanmadılar. Allah kâfirlerin kalbini işte böyle mühürler. Çoğunda ahitten eser bulamadık; onları yoldan çıkmış fasıklar olarak bulduk. Onlardan sonra Musa’yı ayetlerimizle Firavun ve toplumuna peygamber olarak gönderdik de ayetlerimize karşı zalimlik ettiler. Fakat bozguncuların sonu nasıl oldu bak!”3
Fakat ahit, Allahinsan arası ilişkiyle sınırlı kalmıyor, insanlar arası ilişkilerin de konusu oluyor. Bu nedenle inanç, ibadet, ahlak ve hukukun da ortak ilkesi haline geliyor. Hatta inançla ahlak, ahlak ile ibadet ve ahlakla hukuk arasındaki ilişkilerin belirlenmesinde katalizör görevi görebiliyor. “O müminler ki emanetlerini gözetir, ahitlerine bağlı kalır ve namazlarını korurlar.” “Ey İman edenler, akitlerinize bağlı kalın.”5 “Musa, derhal geri dönüp kızgın ve üzgün bir hâlde kavmine geldi. “Ey kavmim! Rabbiniz size son derece güzel vaatlerde bulunmadı mı? Ahdin süresi mi çok uzun geldi, yoksa Rabbinizden size bir gazap gelmesini mi arzu ettiniz ki bana verdiğiniz sözden dönüverdiniz?” dedi. Kavmi, “Biz sana verdiğimiz sözden kendi irademizle caymadık…” dediler.”6 Genel içerikli ilk iki ayetten sonra zikrettiğimiz Musa kıssasıyla ilgili ayet ilahi sözleşmeyle peygamberi sözleşmenin ortaklığını göstermektedir.
Bu çalışmanın asıl konusu olan halk arasında “Kalû Belâ” olarak bilinen ahitleşme veya sözleşme de Kur’an ayetlerinde Allah ile kullar arasında gerçekleşen somut iman ve kitap misakı olarak ifade edilmektedir. Allah’ın, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna, insanların “‘Evet şahidiz’” demeleriyle gerçekleştiğine inanılan ilahîbeşerî sözleşme olarak bilinmektedir. Her şeyden önce bu sözleşmenin keyfiyeti nasıl anlaşılırsa anlaşılsın, bütün sözleşmeler gibi bu sözleşmenin de iki tarafının olduğu bilinmelidir. Biri öncelikle ahdini kullarına bildiren Allah, diğeriyse Allah’ın ahdini tasdik edip onaylayan insanlardır. Fakat bu konuyla ilişkili meşhur olan iki ayet, bütün insan toplumlarının bu ahde taraf olarak katıldığını genel bir ifadeyle anlattığı için ilk bakışta topluca söz vermiş gibi görünür. Ancak bu iki ayeti açıklayan diğer ayetlerle birlikte ve ayrıntılı incelendiğinde her ferdin veya neslin kendi özgür iradesiyle kendi adına evet demesi ve ahdi tasdiklemesi olarak anlaşılmaktadır.
Çünkü Kur’an’da imanın bireysel bir sorumluluk olduğu anlaşılmaktadır. Bir diğer husus, bizim gerçeklik algımız açısından bakınca sözleşmenin bir tarafının gaip, bir tarafının meşhut olması nedeniyle ilahi boyutun görünmez, insani boyutun görünür olması kaçınılmazdır. Bu iki husus ayetlerin anlaşılması noktasında ihtilafa neden olmuş, rivayet ve yorumların zamanla çoğalmasıyla da giderek derinleşmiş ve neredeyse ayetlerin de algılarda anlaşılmaz hale gelmesine neden olmuştur.
Fakat halk nezdinde meşhur olan anlamıyla klasik ‘Kalû Belâ’ anlatısının iki tarafı da görünmez ve hatta hatırlanmaz olmuştur. Oysa bu konunun Kur’an ayetlerindeki anlatım tarzı oldukça açık, anlaşılır ve teferruatlıdır. Fakat zamanla meydana gelen dil ve kültür değişmeleri nedeniyle bazı kavramlarda yaşanan anlam değişimleri nedeniyle çok farklı yorumlar ve anlam belirsizlikleri ortaya çıkmıştır.
Buna bir de önemli sayıda tefsircinin ayetleri metin bütünlüğü içinde analiz eden yaklaşımları göz ardı edilerek hayali, Orta Çağ tefsircileri tarafından mit olarak halk hikâyeleri gibi öne çıkarılınca sözleşmenin en somut insani tarafı anlaşılmaz hale gelmiştir. Allah’ın gaybi varlık oluşu nedeniyle duyumsanamayan gaybi taraf risalet ve vahiy yoluyla duyumsanabilir hale gelirken, duyumsanabilir insani taraf soyut dünyaya gönderilince ayetler de anlaşılmaz hale getirilmiştir. Şimdi konunun odağında yer alan ve tartışmalar nedeniyle anlaşılmaz hale gelen bu ayetleri maksat ve bağlamı içinde ele almak ve tartışmalara taraf olan tefsircilerin görüş ve yorumlarını karşılaştırmalı olarak analiz etmek istiyoruz.
Tartışmalara konu olan ve anlaşılmaz hale getirilen iki ayet mealen şudur: “Rabbin, Âdemoğullarının bellerinden zürriyetlerini çıkarıp kendilerini kendilerine şahid tutarak ‘Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye söz almıştı. Onlar da ‘Evet şahidiz.’ dediler. Biz bu sözü, kıyamet günü insanlar ‘Bizim bundan haberimiz yoktu; daha önce atalarımız şirk koşmuştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik; gerçeği saptıranların yaptıkları yüzünden bizi mi helak ediyorsun?’ demeyesiniz diye almıştık.” Ayetlerin metninde zahiri anlamda en temel ifadeler şunlardır: Soruyu sorup ahit alanın Allah, söz verenlerin Âdemoğullarının sulbünden alınan nesiller olduğu, soru ve cevabın konusu da Allah’ın insanların Rabbi olup olmadığı sorunudur.
Son derece açık ve kesin olan bu ifadelerde ihtilaf söz konusu değildir. Fakat bu soru ve cevabın nerede, ne zaman ve nasıl gerçekleştiği meselesi ihtilaf konusu olmuştur. Bu meselenin ayrıntısı aslında muhakkik tefsircilere göre konuyla ilgili bütün ayetlerin içeriğinde, siyak sibakında, konusal bağlam ve bütünlüğü içinde mevcuttur.
Örneğin A’raf 172. ayetinde “Âdemoğullarının bellerinden zürriyetlerini çıkarıp kendilerini kendilerine şahid tutarak söz aldık” denmiş olması, “Bütün zürriyetlerini Âdem’in belinden çıkarıp söz aldık” denmemesi gayet açıktır. Dolayısıyla böyle bir yorum şahitliğe da aykırıdır. Bu da her ferdin, her neslin kendi ebeveyninin sulbünden dünyaya gelip yaşarken ve akıl baliğ olup şahitlik edecek haldeyken söz verdikleri anlamına gelir.8 Matüridî ve Zemahşerî gibi takipçilerinin de açıkça savunduğu bu değerlendirme, 173. ayetteki “Bu sözü, ‘Kıyamet günü bizim bundan haberimiz yoktu; daha önce atalarımız şirk koşmuştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik; gerçeği saptıranların yaptıkları yüzünden bizi mi helak ediyorsun? demeyesiniz diye söz aldık” ifadeleri için de söz konusudur. İnkârcıların ahirette böyle bir itirazda bulunma ihtimali, hayatta olmalarını, vahiy ve ilahi uyarıya muhatap olmalarını kaçınılmaz kılmaktadır.
Çünkü ruhlar âleminde söz almak böyle bir mazereti ortadan kaldırmaz, helakı ve azabı da önlemez.9 Bu görüş Maverdî’ye göre de tercihe değerdir ve (o dönem için) âlimlerin çoğunluğunun görüşü olarak görülür.10 Taberî’nin bu iki ayetin altına yazdığı kısa açıklamanın, çokça yer verdiği rivayetlere aykırı olmakla birlikte ayetin zahirini uygun olması11 ve aynı rivayetleri tekrarlara yer vermeden ele alan İbn Kesir’in (v.h. 774), bölümün sonunda Matüridî ve takipçilerinin görüşüne yer verip eleştirmemesi Maverdî’nin çoğunluk görüşü iddiasını doğrular niteliktedir.12 Her iki tefsirci de ayetlerin zahiri anlamıyla rivayetlerin ona aykırı anlamı arasında herhangi bir tercih yapmamakta ve tercihi okura bırakmaktadırlar.
Dahası ayetlerin açık hükümlerini destekleyen delil ve gerekçeler bundan ibaret değildir ve daha birçok ayet bu hususa ışık tutmaktadır. Örneğin “Kalû belâ” ayetlerinin öncesinde yer alan ve Yahudilerin ‘kitap misakından ve ahitlerini bozmalarından bahseden ayetler de bu ayetlerin anlamını somutlaştırmaktadır.13 Matüridî ve takipçileri gibi Fahrettin Razi de bu ayetlerin öncesindeki İsrailoğullarının kitap misakından bahseden 169171. ayetlerle ve Bakara 63. ayetle arasındaki ilişkiye kısaca değinmiştir. Fakat (v.h. 606), A’raf 172, 173. ayetlerin tefsirine geçtikten sonra öncesinde işaret ettiği ayetlerle anlam ilişkisine hiç değinmemiştir.
Matüridî çizgiye mensup olan ve konuya onlar gibi yaklaşan tefsircilerin görüşlerini bütünüyle göz ardı edip sadece Mutezilenin görüşüymüş gibi göstererek, başlangıçta tasvip etmediği rivayetçilerin dayanaklarını kendi atomcu nazariyesiyle izah yoluna gitmiştir.14 Oysa kitap misakından bahseden ayetler A’raf, 172 173. ayetlerin öncesinde yer alan ayetlerden ibaret değildir. Bunlarla paralellik arz eden Bakara, Âli İmran15 ve Maide surelerindeki ayetlere göz attığımızda bu anlamın daha da somut hale geldiği görülecektir. “Tevrat’ın ilk muhataplarından sonra yerlerine, kitaba varis olan başka bir nesil geldi.
Değersiz dünya menfaatine tamah ediyor ve “Nasıl olsa bağışlanacağız!” diyorlardı ki bir misli daha verilse ona da göz dikerlerdi. “Allah hakkında gerçeğin dışında bir şey söylemeyeceksiniz ve bunun içindekileri öğrenip ders alacaksınız!” diye kendilerinden kitap üzerine ahit (misak) alınmamış mıydı? Hâlbuki sorumlu davrananlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmıyor musunuz?16 Bu ayetin içeriği, Bakara suresindeki bazı ayetlerce de desteklenmektedir. “Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti düşünün ve bana verdiğiniz sözü tutun ki ben de size verdiğim sözü tutayım. Bana karşı gelmekten korkun. Size gelen kitabı tasdik etmek üzere indirdiğim Kur’an’a iman edin ve sakın onu ilk inkâr eden siz olmayın. Ayetlerimi az bir pahaya satmayın. Bana karşı sorumlu davranın ve gazabımdan korkun.”
A’raf 169. ayetteki Yahudilerden somut söz alma olgusunu devamında gelen şu iki ayet de aynı olayı tasvir etmektedir. “Onlar arasında kitaba sımsıkı sarılan ve namaz kılmayı sürdürenler de vardı ki biz o ıslah edenlerin ecrini asla zayi etmeyiz. Hani biz onlardan söz alırken dağı üzerlerine bir gölgelik gibi kaldırmıştık da üzerlerine düşecek sanmışlardı. “Size verdiğimiz kitaba sımsıkı sarılın ve içerisindekileri düşünüp öğüt alın ki sorumlu davranıp korunasınız.” demiştik.” Bu ayetteki misak tasviri ve açılımı Bakara’daki ayetler tarafından teyit edildiği gibi, ayetlerin sibakı bununla sınırlı değildir. A’raf 103. ayetten 171. ayete kadar devam eden
Hz. Musa kıssası, geçmiş peygamberlerin gönderildiği milletlerin ahdini bozmuş fasıklar olduklarına dikkat çekerek başlar. “O ülkelerin haberlerinin bir kısmını sana anlatıyoruz. Peygamberleri onlara açık delillerle geldiler ama onlar daha önce inkâr ettikleri için inanmadılar. Allah kâfirlerin kalbini işte böyle mühürler. Çoğunda ahitten eser bulamadık; onları yoldan çıkmış fasıklar olarak bulduk. Onlardan sonra Musa’yı ayetlerimizle Firavun ve toplumuna peygamber olarak gönderdik de ayetlerimize karşı zalimlik ettiler. Fakat bozguncuların sonu bak nasıl oldu!”20 Üstelik bu ayetlerin açılımı da yine Bakara suresinin ilgili ayetlerinde Yahudilerle sınırlanmayan genele yönelik bir bağlamda gelmektedir.
Ayrıca ‘Kalû belâ’ ayetlerinin öncesini ve somut temelini oluşturan Musa kıssasının ortasında gelen şu ayetler de konuyla doğrudan ilgilidir. Hem İsrailoğulları’nın hem de Mısırlıların Musa’nın kitabını ahit olarak gördüklerini dile getirmektedir.
“Tûr Dağı’nı üzerinize kaldırarak, ‘Size verdiğime (kitaba) sımsıkı sarılın ve içindekilerden öğüt alın ki sorumlu davranarak kötü akıbetten korunasınız!’ diye sizden söz almıştık. Hemen ardından yüz çevirdiniz. Eğer Allah’ın size lütfu ve merhameti olmasaydı, kesinlikle kaybedenlerden olurdunuz.” (Bakara 2/63, 64). Üstelik şu ayette de aynı olguyu tekrar vurgulanmaktadır. “Üzerinize Tûr’u kaldırıp ‘Size verdiğimize sımsıkı sarılın ve söz dinleyin.’ diye ahit almıştık. Hemen ardından ‘Dinledik ve isyan ettik!’ dediler. İnkârlarından dolayı kalpleri boğa sevgisiyle doldu. Eğer inanıyorsanız, imanınız size ne kadar kötü bir şey emrediyor!” (Bakara 2/93).
“Allah buyurdu: ‘Ey Musa! Ben, insanlara mesajlarımı ve konuşmalarımı iletmek üzere seni seçtim. Sana verdiklerimi al ve şükredenlerden ol!’ Her türlü öğüdü ve her şeyin açıklamasını Musa için levhalarda yazdık: ‘Bütün gücünle onlara sarıl, kavmine de en güzel şekilde onlara sarılmalarını söyle. Size yoldan çıkmış( fasık)ların diyarını göstereceğim.”22 Hatta Mısırlıların “Üzerlerine azap çökünce ‘Ey Musa, sana verdiği ahit hürmetine bizim için Rabbine dua et.
Eğer bizden bu azabı kaldırırsan mutlaka sana inanacağız ve İsrailoğulları’nı seninle göndereceğiz’ dediler.”23 Bu ayette de kitaba ahit dendiği oldukça barizdir. Yahudilerden alınan kitap misakıyla ilgili ahdin açılımı sayılan Bakara suresindeki ayetler, bunlardan ibaret değildir. Şu ayetler de yine kitabın bir ahid metni olduğunu daha somut ifadelerle açıklamaktadır: “Biz, “Allah’tan başkasına ibadet etmeyin; anne babaya, yakınlara, yetimlere ve yoksullara iyilik edin; insanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin.” diye İsrailoğullarından söz almıştık. Fakat daha sonra çok az bir topluluk dışında hepiniz sözünüzden döndünüz. Siz dönek bir toplumsunuz.”24 “Her anlaşma yaptıklarında içlerinden bir grup ahdi bozmadı mı? Üstelik onların çoğu iman etmezler.”
Yine Medine’de gelen bazı ayetlerdeki ahitten dönme eleştirisi, ‘Kalû belâ’ deyiminin genel anlamlı bir misak olduğunu hatırlatmaktadır.26 Ayetlerden anladığımız kadarıyla yüce “Hayır! Kim ahdinde durur ve sorumlu davranırsa Allah sorumlu davrananları sever. Allah’a olan ahdini ve yeminini küçük bir çıkar karşılığında satanlara gelince, onların ahirette bir nasibi yoktur. Kıyamet günü Allah, onlarla konuşmaz, yüzlerine bakmaz ve asla temize çıkarmaz.
Onlar için elîm bir azap vardır.” (Âli İmran 76, 77). “Allah da kendisine verdikleri sözden dönmeleri ve yalan Allah, İsrailoğulları’nın misakından ve özellikle yeryüzünde alınan canlı bir misaktan bahsettikten sonra böylesine bir ahdin tüm insanlardan alındığını ifade için hemen devamında “Kalû belâ” ayetini ilahi bir ihbar olarak indirmiştir. Diğer bir ifadeyle İsrailoğulların’dan alınan “kitap misakı” bütün ümmetlerden alınmıştır. Çünkü kitabın indirilişi Yahudilere has bir durum olmadığı gibi kitap misakı da onlara has bir olgu değildir.
Tıpkı Araf suresindeki Musa kıssasının başındaki A’raf 101103. ayetlerde önceki peygamberlerin kavimlerin tamamından ahit alınmasından ve hepsinin de ahdi bozmasından bahsedilmesi gibi, Kur’an diğer Resullere kitap verilmesini ve insanlara duyurulmasını onların da bunu kabul etmelerini genel anlamda ahit ve misak olarak değerlendirmektedir. “Allah peygamberlerden şöyle söz almıştı. ‘Bakın size kitap ve hikmet verdim. Sonra yanınızdakini doğrulayıcı bir peygamber geldiği zaman O’na mutlaka inanacaksınız ve mutlaka yardım edeceksiniz. Bunu kabul ettiniz mi, bu hususta ağır ahdimi yüklendiniz mi?‘ demişti de ‘kabul ettik‘ dediler. ‘O halde şahid olun, ben de sizinle şahid olanlardanım’ dedi.”
Görüldüğü gibi Allah peygamberlerden de ahit veya misak almakta ve ahit alırken A’raf 172. ayetteki gibi onları da kendilerine şahit tutmakta ve bu genel açıklamadan sonra örnek isimler saymaktadır: “Biz peygamberlerden kuvvetle ahitlerini almıştık. Senden, Nuh’tan İbrahim’den, Musa’dan ve Meryem oğlu İsa’dan. Onlardan sapasağlam söz almıştık.”28 Fakat olay kitabı almakla sınırlı değildir, açıklamak da sözleşmenin bir gereğidir: “Allah kendilerine kitap verilenlerden ‘O’nu insanlara mutlaka açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz’ diye söz almıştı...”
Kur’an’ın sözleşme anlatısı bu genel anlatıyla da sınırlı değildir. Müslümanlara özgü bir vahiy, risalet ve kitap sözleşmesinden açıkça söz eden ayetler de vardır. “Ey iman edenler! Anlaşmalara uyun ve gereğini yerine getirin.” ayetindeki genel emrin devamında şu apaçık misak ifadelerinin gelmesi, Müslümanlardan alınan vahiy veya kitap misakıyla ilgili tartışmayı bitirecek mahiyettedir. “Allah’ın size lütfettiği nimeti ve sizinle yaptığı sözleşmeyi (misakı) hatırlayın! Hani siz, “İşittik ve itaat ettik.” demiştiniz ya! Allah’a karşı sorumlu davranıp gazabından korkun. Allah, göğüslerin özünü bilir. Ey iman edenler! Allah için adaleti gerçekleştiren şahidler olun...”
Maide 78. ayetlerdeki Müslümanların sözleşmesinden sonra 12. ve 14. ayetlerde konu devam etmekte ve Müslümanların bu sözleşmesiyle daha önce A’raf ve Bakara suresinde anlatılan kitap ehlinin sözleşmesi arasındaki benzerlik tekrar kurulmaktadır.32 Maide 12 ve 14. ayetlerde değinilen Yahudi ve Hristiyanların kitap misakının 7. ayetteki Hz. muhammed “Daha önce de Allah İsrailoğullarıyla sözleşmişti. On iki kabileden her birine kendi içlerinden birer temsilci seçmiştik.
Allah şöyle buyurmuştu: ‘Ben sizinle beraberim. Eğer namazı kılar, zekâtı verir, göndereceğim peygamberlere inanıp onları destekler ve Allah’a olan borcunuzu güzelce öderseniz sizin günahlarınızı bağışlarım ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştiririm. Fakat bunun ardından sizden inkâr eden olursa dosdoğru yoldan sapmış olur.’ Fakat ahitlerini bozdukları için biz onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Sözleri bağlamından koparıp tahrif ederek kendilerine yüklenen sorumluluklardaki hisselerini unuttular. İçlerinden az bir kısmı dışında onların hâlâ hainlik ettiğine şahid olursun. Sen onlardan yüz çevir ve kendi hallerine bırak. Allah, iyilik sahiplerini sever. “Bizler Nasârâ’yız!” diyenlerle de sözleşme yapmıştık. Fakat onlar da kendilerine yüklenen sorumluluklardaki hisselerini unuttular. Biz de onlar arasında ümmetinden alınan misaka örnek teşkil ettiğini savunan Matüridî’nin görüşü son derece isabetli bir tercihtir.
Aslında Bakara 285. ayette geçen “Semi’nâ ve eta’nâ” (işittik ve itaat ettik) ifadesine atıf yapan Maide 7. ayetteki müminlerin kitap ve risalete dayalı sözleşmesine, Hz. Muhammed’e (as) doğrudan hitap eden şu ayet de şahitlik etmektedir: “Sana biat edenler (elini tutup bağlılık sözü verenler), aslında Allah ile biat ediyorlar. Allah’ın eli de onların elinin üzerindedir. Ahdini bozan kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği söze bağlı kalırsa Allah ona büyük bir ödül verecektir.”34 Fatiha suresindeki “Sadece sana kulluk eder. Sadece senden yardım isteriz.”35 ayeti de Kur’an üzerinden yapılan sözleşmenin sürekli tekrarı ve hatırlatması gibidir.
Bu ayetlerin toplamı, bütün peygamberlerin aynı merkeze bağlılık, aynı hedefleri gerçekleştirmek ve aynı hayat tarzını örneklemek için gönderildiklerini ve hatta kavminin içinden seçilip onlarla birlikte ve aynı zamanda yaşadıklarını ifade etmektedir. “Her toplumun bir yol göstericisi vardır.”36 “Her millet içerisinde bir uyarıcı geçmiştir.”37 Ayrıca Araf 172. ve 173. ayetlerdeki “Biz bundan habersizdik demeyesiniz veya babalarımız ortak koştu biz de onlardan sonra gelen bir nesil olduk. İptal edenlerin yüzünden bizi mi helak ediyorsun?’ demeyesiniz” gerekçesiyle “Biz elçi göndermedikçe azap etmeyiz” ayetindeki genel prensip ortak bir anlam ve amaçtan bahsetmektedir. Aynı şekilde, inkâr edenler cehenneme sürüldükleri zaman, onlara, ‘Kendi aranızdan Rabbinizin ayetlerini size okuyan ve sizi bu gününüzle karşılaşacağınız konusunda uyaran elçiler gelmedi mi?’ diye sorulduğunda, onların “evet” (kalû belâ) dediklerinden bahseden ayette,40 ruhlar âleminde söz alınıp alınmaması değil, dünyadayken elçi gönderilip gönderilmemesinin hatırlatılması da bunu teyit etmektedir.
“İptal edenlerin yüzünden bizi helak mı, ediyorsun?”41 ayetindeki iptal edenlerin kimler olduğu da şu ayette açıklanmaktadır: “Allah’ın emri geldiği zaman hak yerine getirilir ve işte o zaman (Allah’ın ayetlerini) boşa çıkarmaya çalışanlar (iptal ediciler) hüsrana uğrarlar.”42 Eğer iptal edenler yüzünde helak olmaya itirazın gerekçesi olarak Âdem (as) zamanında misak alma yeterli olsaydı babaları gaflet içinde kalmış hiç kimse olmazdı ve onlara kitap gelmezdi.
Azaptan habersizleri haberdar etme konusunda elçi göndermekle söz almak aynı karede buluşmaktadır. Bir başka ifadeyle Allah’ın insanlara vahiy, kitap ve peygamber göndermesinin onlardan ahit/misak/ söz alması olduğu ayetlerde gayet açıktır. Fakat bu kadar açık ayetlere ve önünde, arkasında verilen açık örneklere rağmen, Kur’an’ın ilk muhatabı olan nesilden sonra ayetlere aykırı olarak Âdem’in sulbündeki zerrelerden söz alma gibi hayali rivayetler alınıp misak gerçekleştiğini ama ruhen mi ceset olarak mı gerçekleştiği konusunda da kendi aralarında ihtilaf etmişlerdir.
Dirayetçilerle rivayetçilerin önemli bir kısmı ayetlerin açık ifadelerine uyarak Hz. Âdem zürriyetinin nesilden nesile kendi atalarından dünyaya getirilerek peygamberleri vasıtasıyla söz verdiklerini görüşünden yana tavır almışlardır.45 Hz. Âdem’in sulbünden gelecek bütün nesillerden ruhlar âleminde misak (söz) alındığı ya da bütün nesillerin bir anda zerreler (atom) halinde Hz. Âdem’den çıkarılıp misak (söz) alındıktan sonra tekrar Hz. Âdem’in içine doldurulduğu yorumunda ortak görünürler. Aralarında çıkan ihtilafın sebebi, Hz. Âdem zürriyetinin bütünüyle onun cesedinden çıkarılması ve henüz onlar dünyaya gelip kişilik kazanmadan, akıl baliğ olup sorumlu hale gelmeden önce gerçekleştiğini iddia eden yorumu makul görülmediği için ruhlardan söz aldığı yorumunu kaçınılmaz kılmış görünmektedir. Ancak karşıt görüş açısından ilkine yapılan itirazların çoğu, ruhlar âleminde alındığı iddiası için de geçerlidir.
Fakat Fahrettin Razi bu iki görüşü ayrı ayrı değerlendirmekte ve ruhtan bahseden birincisine ‘hadisçi ve tefsircilerin görüşü,’ derken46 zerreci/atomcu yoruma yönelen ikincisine de ‘tefekküre ve akli izahlara önem verenlerin görüşü’ der ve sahiplenir.47 Akli izah ve tefekkür iddiasını şahsi görüşü gibi savunurken, kendi ifadesiyle hadisçi ve tefsircilerin dayandığı rivayetlerin cesetzerre içerikli olanlarını benimseyenlerle aynı safta buluşur! Buna karşın her iki rivayetçi yaklaşımı eleştiren ve ayetlerin zahiri ifadesine dayanan karşı görüşü kaynak vermeksizin Mutezileye mal ederek, bütünüyle ötekileştirme çabasına girişir.
Üstelik ayetlerin ifadelerine dayalı görüşü savunan HanefîMatüridî ekolün ve onlar gibi düşünen çoğunluğun adını bile anmadığı gibi, söz konusu dirayetçiakılcı çizginin çoğunluğu oluşturan görüşünü bütünüyle Mutezileye mal eder, ama bir tane isim de zikretmez.49 Şimdi bu iki temel yaklaşımın taraftarlarını ve görüşlerini, Razî’nin ayrımına takılmadan ve olduğu gibi resmeden bir hassasiyetle ele alabiliriz.
a. Rivayetçi tefsircilerin görüşleri
Rivayetçi tefsircilerin dayandığı rivayetlerin ilki Mukâtil’in tefsirinde görünür ve Ömer bin Hattab’a atfedilir.50 Razî’nin ele aldığı ilk rivayet de budur ve Hz. Peygamber’in (as) şöyle dediği anlatılır: “Allah Âdem’i yaratınca O’nun sırtını okşadı. Bir kısım zürriyetini çıkardı ve dedi ki: ‘Bunu cennet için yarattım, cennet ehlinin yapmakta olacağı amellerini de!’ Sonra yine sırtını sıvazladı ve bir zürriyet çıkardı ve dedi; ‘Bunları da cehennem için yarattım ve cehennem ehlinin yapacağı amelleri de yarattım.’ dedi ve geri Hz. Âdem’e girin, dedi.
Orada bulunan bir adam dedi ki: ‘Ya Rasûlallah, hangi ameller?’ Peygamber (as)’de şöyle cevap verdi: ‘Allah bir kulu cennet için yarattığı zaman cennet ehlinin işleriyle ölür. Bir adamı da cehennem için yaratırsa cehennem ehlinin işlerini yapar ve o amel üzere ölür ve cehenneme gider.’ dedi.”51 Fakat bu rivayeti son dönem sahabe tefsircisi İbn Abbas’a atfeden Ebu Salih, Mukâtil ve Kelbî tarıkının hiçbir şekilde güvenilemeyeceği konusunda dirayet ehli tefsir hadis otoriteleri ittifak halindedir. Üstelik İbn Abbas’ın görüşlerini derleyen Firuzâbâdî’nin kitabında bu rivayeti değil, karşıt görüşteki tefsircileri destekleyen rivayeti dikkate aldığını belirtmeliyiz.
Dolayısıyla hadisçi ve rivayetçi tefsircilerin tutunduğu bu gibi rivayet ve görüşler sahabeden sonra tabiin dönemi tefsirci ve hadisçileri döneminden itibaren üretilmiş ve zamanla da yaygın hale gelmiş ve hatta çoğalmış olmasına bir işaret kabul edilebilir. Çünkü kendisiyle ilgili tefsir rivayetlerini derlemekle ünlü Taberî’nin konuyla ilgili derlediği rivayetlerin hacmi yaklaşık altı sayfayı bulmaktadır ve hepsi de Hz. Âdem’in sırtına dokunma ve sulbünden bütün zürriyetlerin çıkmasıyla ilgilidir.
Fakat bu rivayetlerle ilgili hiçbir değerlendirme yapmayan Taberi’nin söz konusu rivayetlerden önce, 172. ayetin hemen altına yazdığı bir cümle var ki aktardığı rivayetlere kendisinin inanıp inanmadığı sorusunu cevaplar niteliktedir. Çünkü onun bu ilk ve tek cümlesi, muhakkik âlimlerin ayetlerin zahirine uygun yorumlarıyla açıkça örtüşen açıklayıcı bir cümledir: “Hatırla Ey Muhammed! (as) Rabbin Âdemoğullarını kendi babalarının sulplerinden çıkarıp zatının birliğini ikrar ettirmiş ve onları birbirlerine ve ikrarlarına şahit tutmuştu.”54 Taberi’nin naklettiği rivayetleri tekrara düşmeden tefsirine alan İbn Kesir’in sonunda ayetlerin zahirine uygun görünen Matüridî ve Zemahşerî gibi kelamî tefsircilerin görüşlerini özetlemekle yetinip tenkit etmemesi ve rivayetleri savunmaması, en az Taberî’nin az önce aktardığımız cümlesi kadar destekleyici görünür.
Rivayetçilerin mihne (terör) uyguladığı dönemlerde Taberî ve İbn Kesir’in rivayetleri savunmayan bu çekimser tutumu, aynı rivayetleri içerik olarak özetleyen ama onları kabul etmeyip ayetlerin açık lafızlarına bağlı kalan karşı görüşteki dirayetçi tefsircilere pasif bir destek olarak değerlendirilebilir. Çünkü ayetlerin açık hükümlerine dayanan dirayetçi görüş, Allah’ın yeryüzündeki insanları yaratma sistemine ve fıtrat yasalarına daha uygun görülmüştür.
Fakat imam Ahmed (bin Hanbel) in Enes b. Malik tarıkıyla naklettiği rivayeti İbn Kesir’in, Sahihayn’de geçtiğini zikrederek diğer rivayetleri destekleyebileceğini ima etse de rivayetin son cümlesi ayetlere aykırı olduğu için diğerlerinden farklı görünmez. “Rivayete göre Peygamber (sav) şöyle demiştir: ‘Kıyamet günü cehennem ehlinden bir Adam’a denir ki ‘Yeryüzünde bulunan bir şey karşılığında canını kurtarmak ister miydin?’ O da ‘Evet’ deyince şöyle denir. ‘Ben senden bundan daha kolayını istedim. Ben senden Âdem’in sırtında bana şirk koşmamanı aldım. Sen ise yüz çevirip şirk koştun.”
Burada dikkatimizi çeken en önemli husus, Taberî ve İbn Kesir gibi rivayet yanlısı iki ünlü tefsircinin Razi kadar rivayet yanlısı tutum sergilemediğini görmek şaşırtıcıdır. Daha da önemlisi, bu durumun Maverdî gibi Eş’arî çizgiye mensup bir müfessirin karşı görüşü çoğunluk görüşü kabul etmesini destekliyor olmasıdır.
Bu ve benzeri durumları gördükçe yaptığı tasniflerin ne kadar ön yargılı olduğu açıkça görülebilmektedir. Razi’nin ayetlerin zahiri anlamına tercih ettiği ikinci rivayet, Ebu Hureyre’den gelmektedir ve Hz. Ömer rivayetinin özeti gibidir. “Hz. Peygamber’den (as) rivayet edildiğine göre: Allah Teâlâ Hz Âdem’i yarattığı zaman, onun sırtını sıvazladı ve kıyamet gününe kadar soyundan gelecek olan her can sırtından döküldü.’ buyurmuştur.” Mukâtil’den yaptığı nakilse daha vahim ve biraz da ırkçı görünür. Çünkü o rivayete göre, Allah Hz. Âdem’in sırtını ilk okşadığında dökülen ve evet diyen nesil beyaz ve cennetliktir. Hayır diyen ikinci nesilse siyah ve cehennemliktir. Ayrıca bu rivayette de Hz. Ömer rivayetindeki gibi Âdem’in dökülen bütün zürriyetleri geri Âdem’e doldurulmuştur. İbn Abbas’a isnat edilen rivayet de Hz. Âdem’in torunu Davut peygambere ömründen 70 yıl bağışlayıp sonra vazgeçmesinin anlatıldığı58 garip bir İsrailiyat kokusu hissettirir.
Allah hakkında anlatılan rivayetlerdeki bu iddiaları Hz. Peygambere ve sahabeye nispet ederek ayetlerin altına yazmak, dirayetçi kelam ve tefsir ehli açısından anlaşılır görünmemiştir. Metin tenkidinin önemini anlatma konusunda örnek verme dışında hadisçilerin de işine yaramayabilir! Çünkü onlara göre bu rivayetler, konuyla ilgili ayetlerin lafzıyla taban tabana zıt görülmektedir. Bu açıdan ruhlar âleminde söz almaktan bahseden rivayetlerden çok farklı değildir. Taberî, İbn Kesir ve Maverdî gibi ünlü rivayet tefsircilerinin tutumu bunu ispatlama bakımından yeterli görünmektedir.
b. Dirayet yanlısı tefsircilerin görüşleri
Bazı Rivayetçi tefsircilerin nakletmekle yetindikleri Razî’nin en azından bir kısmını savunduğu ve yorumladığı yukarıdaki rivayetleri özet olarak aktarmaya çalıştık. Şimdi bu rivayetleri, 1. bölümde ayrıntılı olarak aktardığımız ayetlerin hakiki ve zahir anlamlarına aykırı bulanların görüşlerini ve karşıt görüşle yaptıkları tartışmaları özetlemeye çalışacağız.
Fakat bu arada Taberî ve İbn Kesir gibi rivayetçilerin bu konuda değil bir tartışmaya girmek, naklettikleri rivayetleri savunma yoluna gitmedikleri, karşı görüşü eleştirmedikleri gibi, gizlemeye de çalışmadıkları görülmektedir. Buna karşı Razî’nin kendisini rivayetçilerden müstağni göstermesine, hatta akli tefekkür ve izahı temsil ediyor görünmesine rağmen rivayete dayalı görüşü onlardan daha çok savunmaya çalıştığı, hatta bu rivayetleri onaylamayan ayetlerin zahiri manalarını, sanki destekliyormuş gibi göstermeye çalışmasına şahit olduk. Ayetlerin zahiri anlamına tutunan dirayet yanlılarını Mutezileden ibaret gösterdiğini ve onları da yaptığı ikili tasniften birinin içine dâhil etmeyip rivayetçi görüşün devamına bir eleştiri olarak koyduğuna işaret etmiştik. Şimdi biz öncelikle onun Mutezile görüşü diye ayrıntılandırdığı ve eleştirdiği 12 maddeyi 5 maddede özetlemeye çalışıyoruz:
1 Ayette “Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini çıkarıp” ifadesi kullanılmış, “Âdem’in sırtından” ifadesi kullanılmamıştır.
2 “Zürriyetini” ifadesi kullanılmayıp “zürriyetlerini” ifadesi kullanılmıştır.
3 Âdem’den çıkarılan bütün zürriyetlerinin “atalarımız şirk koşmuş” demeleri mümkün değildi. Çünkü henüz yaratılmamışlardı. (Sadece Hz. Âdem yaratılmıştı o da müşrik değildi).
4 Ahit ancak aklı olan kimseden alınır. Zerrelerin insan gibi ne aklı ne sorumluluğu vardır.
5 Hz. Âdem nesillerinin tamamına ait zerrelerin Hz.
Âdem’den çıkması ve geri dolması aklen imkânsızdır.
Razî’nin Mutezileye atfettiği ve 12 maddeye çıkardığı iddialarının beş maddelik özeti bundan ibarettir.59 Aslında Razî’nin tutumunu bazı rivayetçi tefsirciler de açıkça olumsuzlamaktadır. İbni Kesir’in naklettiğine göre ünlü tefsirci Hasanı Basri, A’raf 172. ayeti şöyle yorumlamıştır. “Allah ‘Âdemoğullarının sulbünden’ demiş, ‘Âdemden’ dememiştir. ‘sırtlarından’ demiş, ‘sırtından’ dememiştir. ‘Zürriyetlerini’ demiş, ‘zürriyetinden’ dememiştir ki bu ‘bir ümmetten sonra başka bir ümmetten, bir nesilden sonra başka bir nesilden söz aldı’ demektir.”60 Benzeri görüşler için Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili adlı kitabının bahsi geçen ayetin tefsirine de bakılabilir.61
Kaldı ki Mutezileye mal edip eleştirdiği düşünce ve delillerin tamamı Matüridî ve takipçilerinin görüşleridir.62 Bunlar arasında Matüridi’nin özeti sayabileceğimiz Zemahşerî’nin (v.h. 538),63 ve Eş’arî ekole mensup Maverdî’nin tefsiri de vardır. Mâverdî’nin bu görüşü, âlimlerin çoğunun görüşü sayması ayrıca anlamlıdır.64 Fakat Razî’nin Mutezileye atfettiği özetin ayrıntılarını saymazsak, Matüridî’nin Tevilât’ına şerh yazan Semerkandî’nin eserindeki anlatıyla örtüşebilir.
Nesefî, Ebussuud, Alusî ve İbn Kesir ve Maverdî gibi tefsirciler de Hasanı Basri ve Matüridî ile aynı kanaattedirler. Bu âlimler, A’raf 172, 173. ayetleri, öncesindeki 169, 171. ayetlerle ve Bakara 63. ayetle aralarındaki anlam ortaklığı bağlamında değerlendirmişlerdir. Yahudilerin misakına benzer şekilde, her neslin kendi zamanında Allah ile bariz bir kitap (Kur’an) misakı yapmaları ve bu ahde akıl baliğ olarak şahitlik etmeleri şeklinde yorumlamışlardır.65 Ancak Razi yaptığı tasnifte bunların görüşüne yer vermek şöyle dursun, adlarını bile anmamıştır. Aksine bunların savunduğu görüşü Mutezili görüşünden ibaret göstermekle hayatının en kötü ithamını yapmıştır.
Gerçi Razî, 172 ve 173. ayetlerin öncesinde Hz. Musa kıssasını açıklarken Yahudilerden alınan kitap misakının altını çizer ve Bakara 63. ayetle bağlantısına dikkat çeker. Bu iki ayetin, öncesindeki ayetlerde anlatılan Yahudilere has kitap misakının genel bütün mükelleflere yönelik bir açıklama olduğuna da işaret eder. Ancak 172, 173. ayetlerin yorumlarında öncesine bir daha dönüp bakmaz ve en ufak bir imada bulunmaz. Yaptığı ikili tasnifte adı geçen âlimlerin ne adından ne mensup oldukları mezhepten asla bahsetmez. Dahası tefsirci ve hadisçilerin görüşü diye lanse ettiği rivayetleri, akli tefekkür ve izaha önem verenlerin görüşü ve delilleri diye lanse eder. Fakat bu görüşte kendinden, karşı görüşte Mutezileden başka kimse yoktur.
Yaptığı tek katkı hadisçilerin kullandığı zürriyetlere zerre diyerek Demokrit atomculuğuna özenerek felsefi bir hava vermeye çalışır.67 Dahası, Razî’nin tefekkür ve akli izahları önemseyenlerin görüşü diye sergilediği manevralar, onun ciddiyetine gölge düşürecek derecede üzücüdür. Örneğin Razi çocukların nutfeden yaratıldığından hareketle zürriyetlerin babadan alınıp anne rahmine düşmesinden itibaren söz alınacağını iddia eder. Fakat henüz Âdem yaratılmışken, kıyamete kadar gelecek zürriyetlerin bir anda Âdem’den çıktığında hangi annenin rahmine düşeceği sorusu cevapsız kaldığına bakmaz. Üstelik bu tür yorumları üretirken ahitle ilgili ayetleri değil de yer ve göğün yaratılmasından ve ol deyince oldurma yetkisinden medet umar.
Zerrelerden misak alındığını ispat etmenin imkânından yola çıkarak, “Hz. Âdem zamanında bizden öyle bir ahit alınmış olsaydı hatırlamamız gerekirdi” eleştirisine, Allah’ın geçmişte böyle bir bilgi yaratmasının mümkün olduğunu söylemesi de 172, 173. ayetlerin anlamıyla bağdaşmamaktadır. Bütün nesillere ait zerrelerin Hz. Âdem’e sığdırılmasının atom nazariyesi üzerinden imkânını ispata çalışması da açık ayetleri terk edip o döneme özgü modern bir yorum üretme çabasının bir ürünü gibi eğreti durmaktadır!
Yine dünyada misak almanın hüccet olma bakımından, Hz. Âdem zamanında misak alınmasından daha anlamlı olduğu yönündeki Mutezile görüşüne, Allah istediğini yapar şeklinde verdiği cevap da Allah’ın konuyu açıklayan kelamını, yaratmasını istismar ederek örtme çabası şeklinde değerlendirilebilir. Daha da vahimi, “Âdemoğullarının bellerinden zürriyetlerini çıkarıp misak aldı” ayetine rivayetlerden hareketle “Hz. Âdem’in belinden zürriyetlerini çıkarma” anlamı verilmesinin, ayetlerin zahirine uymaktan daha çok ayete uyduğunu iddia edebilmesidir.69 Oysa Hz. Âdem’in sırtı sıvazlanarak ve zürriyetleri çıkarılarak söz alma rivayetlerini ilk gündeme getiren erken dönem kaynaklarının güvenilir bulunmadığına değinmiştik.70
Kur’an, ruhlar hakkında az bilgi verildiğini söylemesine,71 ruhlar âleminde veya Hz. Âdem zamanında böyle zerreler zürriyetler çıkarmadan hiç bahsedilmemesine, Hz. Peygamber (as) “ben gaybı bilmem” demek zorunda olmasına rağmen,72 insanların, onu ruh konusunda konuşturmalarının kitaba ve sünnete uyar bir tarafının olmadığı da gayet açıktır. Bu iddialar ayetleri açıklamak şöyle dursun, zaman içinde ayetlerin anlaşılmaz hale getirilmesinin serencamıdır.
Razi’deki Mutezile düşmanlığının onu, Ehli Sünnet’in Matüridî damarına ait bir yorumu saf dışı etme konusunda nasıl bir sonuca götürdüğünü de ele vermektedir. Çünkü ayetlerin zahiri lafzına uygun olarak ortaya konan Âdemoğullarının bellerinden zürriyetlerini çıkarıp misak aldı iddialarına ayetlerde bir delaletin bulunmadığını açıkça söyleyebilmesi insaf ehlinin kabul edebileceği bir tavır değildir. A’raf 172 ve 173. ayetlerin anlamını tespit etmeye temel oluşturan aynı surenin aynı konudaki 102. ayetini o ayetlerin anlamını açıklamak için kullanmak yerine o ayetlerle çelişen rivayetlerin sıhhatini ispat için kullanmasını anlamak daha da zor bir durumdur.
Razi’nin bizatihi işaret edip sonra görmezden geldiği Araf 169173 ve Bakara 63. ayetleri gibi, Bakara 27, 40, 83, 84, 93, ayetleri de dikkatten kaçıranlardan olmuştur.74 Ayrıca daha önce değindiğimiz Maide 1, 7, 12, 14. ayetlerdeki ahit vurgusu ve yer aldığı pasaj A’raf 172, 173. ayetleri bütünüyle açıkladığı ve ulema da bunu tespit ettiği halde Razî bu konuda da yan çizmiştir. Şöyle ki; hem Matüridî ve takipçileri gibi dirayetçiler75 hem de Taberî ve İbn Kesir gibi rivayetçiler bu ayetleri ve özellikle Maide 7. ayetteki misakı, müminlerin Hz. Peygamber ve Kur’an aracılığı ile Allah’ın davet ve emrine uyma misakı olarak değerlendirmişlerdir. Özellikle Taberî ve Şeyhu’lİslam Ebussuud, Maide 12 ve ayetlerle bağlantı kurarak, bu ayetteki anlaşmanın Hz. Muhammed’in (as) risaleti ve ona verilen Kur’an yoluyla yapılan misak ve biat olduğunu açıklamışlardır.
Taberî, bunun sahabenin Allah’a, Resul’e, Kur’an’a iman etme ve emirlerine uyma ahdi olduğunu vurgulamış, İbn Abbas’ın bu yöndeki ahid anlayışının Hz. Âdem’in sulbünde misak alınması yorumlarından daha isabetli olduğunu açıkça savunmuştur.76 Taberî’nin görüşünü onaylayan Ebussuud, bu yoruma ilaveten Akabe ve Hudeybiye’de alınan Rıdvan biatı örneklerine değinerek, Fetih 10. ayeti delil getirmektedir.77 Zemahşerî’nin verdiği bilgilerse Taberî ve Ebussuud yorumlarının özeti gibidir.78 Taberî’nin yaklaşımını özetleyen İbn Kesir de sahabenin Allah Resulü’ne biat etmekle Allah’a, Kitap’a iman etmelerini ve emirlerine uymaya söz vermelerini sahabenin misakı olarak değerlendiren İbn Abbas, Süddî ve Taberî’nin yaklaşımı olduğunu, bunu da Mücahit, Mukâtil ve İbn Hayyan’ın tercih ettiklerine işaret etmiştir.79
Aslında bu bilgiler de A’raf 172, 173. ayetlerdeki nesillerin misakını, her nesli kendi atalarından dünyaya getirdikten sonra peygamberleri aracılığı ile haberdar edip söz alma şeklinde yorumlayan görüşün çoğunluk görüşü sayılmasını ispat eder niteliktedir.80 Fakat Razi, A’raf 172, 173. ayetlerde olduğu gibi Maide 7. ayetin açık ifadelerine ve çoğunluğun tutarlı anlayışına karşı da isabetsiz direnişini sürdürmüştür.
Yukarıda özetlediğimiz çoğunluğun görüş ve delillerini, 1. görüş olarak anlatan Razi, 2. görüş adı altında bu ayetteki misakın Yahudilerin misakı olduğunu iddia etmiş ve bunu da kaynak vermeksizin İbn Abbas’a dayandırmıştır. Fakat yaptığımız araştırmaya göre Razi’nin ihdas ettiği bu görüş, Taberi’nin tercih ettiği ibn Abbas rivayetinin yarısından hareketle yanlışlıkla üretilmiş görünmektedir. Çünkü Taberî’deki İbn Abbas rivayeti iki cümleden oluşur. Razi, İbn Abbas’ın ilk cümledeki ümmeti Muhammed’in (as) ahdiyle ilgili esas görüşünü gözden kaçırarak, ikinci cümledeki Yahudilerin ahdiyle ilgili açıklama cümlesini onun müstakil görüşü saymıştır.
Üstelik surenin ilk ayeti “Ey iman edenler, ahitlere bağlı kalın” cümlesiyle başlamış, 7. ayetten sonra 8. ayet de aynı hitabı tekrarlayarak misakın Kur’an’daki içeriğine dönük uyarılar yapmıştır. Tıpkı 12. ayetteki Yahudilerin misakına ait içeriğin hatırlatılması gibi ki İbn Abbas’ın kurduğu ilişki de buna yönelik bir atıftır. Fakat Razi’nin önceliği, bu ayetin maksadını, siyak ve sibakını anlamaktan çok, A’raf 172, 173. ayetlerle ilgili düşüncesine destek çıkarma ön kabulüdür.
Nitekim zikrettiği 3. görüş onun savunmaya devam ettiği, insanların Hz. Âdem’in sulbünden çıkarılıp söz alması görüşüdür. Razi bunun hatırlanmadığını iddia edenlere cevap verirken oldukça iddialı cümleler kurar. “Biz deriz ki; Allah Teâlâ bunun böyle olduğunu haber verdiğine göre, bunun kesin böyle olduğunu söylemek ve inanmak gerekir. Bu durumda Allah’ın insanlara bu ahde vefa göstermelerini emretmesi güzel ve yerinde olur.” Razî’nin ihdas ettiği 4. görüş de 2. görüş gibi, 3. görüşe destek için üretilmiş yapay bir tekrardır. Çünkü bu görüşte olan sadece bir kişi vardır ve o da birinci şıktaki çoğunluğun içinde adı geçen Süddî’dir ve İbn Abbas ile aynı görüştedir.82 Razi’nin bunun akabinde “Kelamcıların çoğunun tercih ettiği görüş de budur” şeklindeki ikinci cümlesi de83 birinci şıktaki cumhur görüşüne matuftur ve maksadını ele verir gibidir.
Aslında Razi bu cümlesiyle kelamcı olduğunu örtmek ve ayetlerin sarih anlamlarına ve buna bağlı cumhur görüşüne aykırı olduğu halde rivayetçilerin görüşünde ısrar ederek onlar arasına sinmek gibi bir politik davranış içine girmiş görüntüsü vermektedir. Çünkü Nizamiye Medreselerinde görev alacak hocaların Eş’arîŞafi olma zorunluluğunun vakıf senedinde açıkça yer alabilmesi ve bunun uzun süre ve biraz da hoyratça uygulanması, Razi üzerinde bile etkisini hissettirmiş olmalı. Nitekim rivayetçi tarafın, halkın huzurunda yapılan münazara ve şiddet hareketleriyle dirayet ehli ve kelam âlimlerini ithamlarla yıpratmaya çalışması asırlar boyu süren bir uygulama olmuştur.84 Bu durum, karşı mihne hareketinin ne kadar yaygın, bölücü ve ötekileştirici hale geldiğini göstermesi bakımından önemlidir.
Öyle ki Müslümanların orta çağı, bu tür konularda Kur’an ayetlerinin ya da Allah Resulü’nün ne dediği değil de hangi mezhep mensuplarının ne istediğinin önemli olduğu bir noktaya gelmiş gibidir. Makuliyetin tükenişinin ilanı anlamına gelen karşı mihne baskılarının zirve yaptığı evrelerde, daha önce Taberi’nin birkaç yakını tarafından geceleyin evine kazılan mezara gömülmesi gibi vahim sonuçlar,85 Razî’nin de başına gelmiştir. Gerçi Razî’nin akıbetinden korkarak yaptığı vasiyetin sebebi Sünnilerin mihnesi (şiddeti) değil de Haşhaşilerin şiddetidir..86 Fakat Razî’nin kendisi de Eş’arî geleneğe mensup biri olarak kelamcı olmadığını, rivayetçilerin safında olduğunu göstermeye çalışması Eşarilerin nizamiye dönemi tedhiş hareketini resmetmesi bakımından önemlidir.
Fakat Razî’nin, çabasını bu bağlamda değerlendirmek onu bir yere kadar mazur gösterebilir. Hatta çarpıtma veya şiddete vardırılmadığı sürece Mutezileye karşı tutumu da anlaşılabilir.
Ancak hiçbir isim zikretmeksizin karşı görüşü bütünüyle Mutezile görüşüymüş gibi göstermesi, o dönemde Mutezileye karşı sürdürülen karşı mihne hareketinin bir parçası olabilir. Ancak hem ayetlere uygun, hem cumhurun görüşü sayılabilecek bir çoğunluğun görüşünü karşı bu kadar tarafgir davranması o kadar bile masum görünmemektedir. Razi böyle yapmakla Mutezile düşmanlığını besleyerek ondan kurtulmayı kolaylaştırırken sanki önce Sünniliği, Sünnilik içinde Eş’arîliği yüceltme gayreti içerisindedir. Kendisi de rivayetçi çizgiyle uzlaşabilen Sünni dirayetçiliğinin tek temsilcisi konumunda görünmeyi hedeflemiş gibidir. Dolayısıyla burada Mutezileyi aşan bir durum söz konusudur. Eş’arî ve Şafiiler tarafından kendileri dışında tüm mezheplere karşı alınan bir tavır söz konusudur.87 Sanki dönemin ruhu bunu gerektirmektedir ve Razi de dönemin bu ruhundan cesaret almaktadır.
Aslında aldığı genel tutum incelendiğinde, MatüridîHanefi ve Mutezile gibi dirayetçi çizginin ve de Taberî, İbn Kesir gibi rivayetçi tefsir ekolünün kendi naklettikleri rivayetlere rağmen dillendirdikleri özgün yorumları bütünüyle yok sayması ve Mutezileye mal etmesi, sadece Sünni tarafgirliği veya Mutezile karşıtlığı ile izah edilebilecek bir durum değildir. Matüridî ve Mutezile ekollerinin, Taberî ve İbn Kesir gibi rivayet tefsirlerinin yorumları, Kur’an’a uygunluk ve makuliyet bağlamında alkışlanacak bir yorum olarak değerlendirilmeyi hak etmektedir. Fakat buna rağmen bir asır sonra bu açık ayetlere ve ona uygun yorumlara aykırı şekilde üretilmiş rivayetleri kullanarak sırf mezhebi bir tutumla ayetleri gölgelemenin tek bir izahı kalmaktadır.
O da MatüridîHanefi ekole mensup bir iktidarın gölgesinde o ekole karşı bir tutum alındığını hissettirmeden, Nizamiyedeki kurumsal yapı sayesinde kazanılan üstünlüğü korumak! Ancak belirtmeliyiz ki bunu deşifre etmekle biz, yeni bir nefret dalgası ve mihne hareketi kışkırtıcılığı yapma niyetinde değiliz. Aksine, ayetlerin üzerine örtülen sis perdesini aralamak ve cumhuru ulemanın bu ayetlerden anladığı gerçekçi anlayışı ortaya çıkarmak. Böylece kitap ehlinden alınan kitap ahdi gibi bir kitap misakının Müslümanlardan da alındığını ve Kur’an’ın bir ahit metni olduğu gerçeğini açık ve aşikâr etmektir. Ayrıca ezberleri bozulan bazı kimseler bizim ayetlere türedi anlamlar verdiğimizi sanmasın.
Çünkü çağlar boyu oluşturulmuş hayali algılar, söz konusu ayetlerin bağlamından çıkarılarak özgün anlamını kaybetmesine neden olduğu gibi, Müslümanların algısında Kur’an’ın ilahi bir ahit metni olmaktan çıkarılmasına da yol açmıştır. Üstelik bu yanılgılar tarihin belli bir kesitinde ortaya çıkıp kaybolmamıştır. Bu anlamsız ezberler, halen ümmetin anlayışlarında yer işgal etmeye, ayetlerle algılar arasında bariyer oluşturmaya ve lüzumsuz söz dalaşı üretmeye devam etmektedir. Örneğin Araf 172, 173. ayetlerin yorumunu ahitle ilgili bütün ayetlere dayanarak yorumlayanların cevaplaması istenen şu soru tam da böyle bir söz dalaşının ürünüdür. “Ayette ‘Rabbiniz değil miyim?’ sorusuna ‘evet’ diyenler zikredildiği halde, ‘hayır’ diyenler zikredilmemiştir?” sorusu, tam da Hz. Âdem’in sırtında söz almayı savunanlara sorulması gereken bir sorudur. Çünkü Âdem’in sulbünde söz alma hadislerinden önemli bir kısmında zürriyetlerin yarısının hayır dediği yönünde ki bilgi de ayete aykırıdır.
Ayette olmadığı halde zürriyetlerin yarısının hayır dediğini savunanlar bunu nereden biliyorlar? Oysa Matüridîler ve cumhur açısından sözleşme, vahiyle muhatap olma döneminde gerçekleştiği için kâfirlerin soru ve uyarının geldiğini duymaları ve muhatap olmaları yeterlidir; ‘evet’ demeleri gerekmiyor. Çünkü vahiy, dinde zorlamanın olmadığını söylediği için,88 soruya inananların evet demesiyle iradi sözleşme tamamlanmış olur. Soruya muhatap olmayanlarsa ayetin kapsamına girmezler. Kaldı ki Hz. Âdem’in sırtında söz alma iddiasını ne inkârcılar ne inananlar hatırlamadıkları için ayetin işaret ettiği şahitlik yok olmaktadır. Ayetler üzerinden apaçık bir şahitlik adına böyle bir bilinmezlik üretmek, ayetleri anlamamanın kaçınılmaz sonucudur.
Oysa A’raf 172 ve 173. ayetler, metin içi bağlamında ve konusal bütünlüğü içerisinde değerlendirildiğinde, olgusal âlemde ve her neslin kendi çağında vahiyrisalet ve iman yoluyla Allah ile ahitleşmeyi, bu açık bir kitap misakına kendilerinin akıl baliğ olarak şahit tutulduklarını anlatıyordu. Ayrıca Kur’anı Kerim, ahirette hatırlatılacak olan şahitliğin risalet ve kitap olduğu gayet açıktır. “Ey cin ve insan topluluğu içinizden size ayetlerimi anlatan ve bu gününüzle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran elçiler gelmedi mi? ‘Kendi aleyhimize şahidiz’ dediler (Kalû belâ). Dünya hayatı kendilerini aldattı, kendilerinin kâfir olduklarına şahitlik ettiler. Bu böyledir; çünkü Rabbin, halkı habersizken ülkeyi zulümle helak edecek değildir.”89 Görülüyor ki bu ayetlerde dikkatimizi çeken husus, konu bakımından Araf 173. ayetini teyit ediyor olmasıdır.
Yaptığımız analiz ve sentezlerden anlaşıldığı kadarıyla söz konusu edilen ayetlerin bütünü, Allah’ın insanlara vahiy, kitap ve peygamber göndermekle ahit/misak/söz almış olduğunu tutarlı bir şekilde açıklamaktadır. Özellikle Maide 7, 12 ve 14. ayetlerde, daha önceki kitap ehlinden alınan kitap misakına benzer bir kitap misakının Müslümanlardan da alındığı, karşılaştırmalı olarak ifade edilmiştir.
Üstelik tefsircilerin büyük çoğunluğu, bu ayetlerin bu anlamı somut olarak ifade ettiğini tespit etmişlerdir. Aynı ayetlerdeki bu tür somut kitap misakının A’raf 172, 173. ayetlerdeki insanların tamamından alınan genel ahdi örneklediğini de tespit etmişlerdir. Görüşlerine ayrıntılı yer verdiğimiz Fahrettin erRazi de muhalif olmasına rağmen bunu kitabında zikretmiştir. Ayrıca bu görüşü sadece dirayet ehli savunmakla kalmamıştır.
Dahası erken dönem tefsir ve rivayetler bakıldığında sahabenin kitap misakını tabiilerden itibaren yazılan tefsirlerin Hz. Âdem sırtında söz alma görüşünün tek tük ifade edilmeye başladığı hissedilmektedir. Bu nedenle olmalı ki Taberî ve İbn Kesir gibi rivayet merkezli tefsirlerin müellifleri de kitaplarına aldıkları rivayetlerin içeriğini Kur’an’ın açık lafızları karşısında savunma gereği duymamış, raviler açısından bakmakla yetinmişlerdir. Üstelik ayetlerin açık lafızlarından yana ifadelere yer vermiş ve hatta yer yer de savundukları olmuştur. Hem onların bu tutumu hem dirayetçilerin rivayetlere rağmen ayetlerin açık lafızlarını savunmuş olmaları konuyla ilgili rivayetlerin savunulamaz olduğuna kani olduklarını ve fakat sırf halk yığınlarını tahrik edebilecek provokasyonlara fırsat vermemek için bu konuya fazla girmemiş olabileceklerini göstermektedir.
Ancak manipülasyon peşinde olanların bunu bir imkana dönüştürmüş olma ihtimalini de tamamen göz ardı edemeyiz. Çünkü ulemanın çoğunluğunun ve onların dayandığı açık ayetlerin değil de her ikisine de aykırı olan rivayetlerin ümmetin tamamı nezdinde Kur’an’ı, tefsir ilmini ve İslami dünya görüşünü tek başına temsil ediyormuş gibi gösterilmesi ve hatta kabul ettirilebilmesi böyle bir ihtimali akıllara getirmektedir. Aslında böyle bir fiili tenakuz başka ihtimalleri de hatırlatmaktadır.
Erken dönem Hanefi âlimlerin ravilerin fakih olmasını şart koşmalarında ne kadar isabetli oldukları, aksi takdirde halk tarzı deyim ve kabullerin ilmi çalışmaları yönlendirmede olumsuz rol aynama ihtimali de örneklenmiş olmaktadır. Bu tür hatalı yönlendirmelerin fırka veya siyasi baskılarla birleştiğinde geri dönülmesi imkânsız sonuçların ortaya çıkması kaçınılmaz görünmektedir. Hatta zaman içinde aksi istikamette bir etki uyandırarak ulemanın avami bir niteliğe bürünmesi gibi daha vahim ve kalıcı olumsuzluklara yol açmış olmasını da örneklemiş olabilir.
Öte yandan ayetlerin açık lafızlarını elde var bir doğru olarak kenara koyup olaya bir de olgusal açıdan bakmayı deneyelim. Bütün insanlıktan ilk peygamber döneminde ve bir defada söz alma iddiası, bütün peygamberlerin bir defada gönderilmesi kadar karmaşık bir varsayım olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü ulemanın çoğunluğu tarafından ayetlerle çelişki arz ettiği tespit edilmiş bir hayali ahit alma yorumunun, inananlar tarafından bile hatırlanmamış olması, şehadet dâhil, ayetin bütün lafızlarıyla çelişki arz etmektedir. Allah’ın açık ayetlerine de insanlık tarihi boyunca peygamber ve vahiy gönderme sünnetine de aykırı görünmektedir. Üstelik Kur’an’ın söz konusu sözleşmeye verdiği örnekler peygamber ve kitap misakıyla ilgili örneklerdir. İlahi ve insani olmak üzere iki boyutlu bir sözleşmenin, en azından ilahi yanı gaybi olsa bile, insani yanının somut ve olgusal olarak görünür olması gerekir.
Maide suresinin ilk bölümdeki ahit ayetleri sadece önceki peygamberler üzerinden alınan kitabi ahit örneklerini Hz. Muhammed ve Kur’an üzerinden alınan son ahidle buluşturmakla kalmaz. Bu örnek ahitleri A’raf suresi 172, 173. ayetlerdeki insanlık tarihinin genel sözleşmesiyle ve Âli İmran suresi 7582. ayetlerindeki bütün peygamberler ve ümmetlerin sözleşmesiyle de buluşturuyor. İnsanlar kıyamette “Biz bundan habersizdik demesin” diye söz aldığını hatırlatan o ayetlerdeki ifade, Maide suresinin 7, 12, 14. ayetlerinin devamında hepsini birbiriyle buluşturmaktadır. “Ey kitap ehli, elçilerin arasının kesildiği, bir boşluk meydana geldiği sırada size elçimiz geldi. Size gerçekleri açıklıyor ki ‘bize bir müjdeci ve uyarıcı gelmedi’ demeyesiniz. İşte müjdeci ve uyarıcı geldi. Allah her şeyi yapabilendir.”
Dolayısıyla bu ayetlere göre Kur’an, sadece ahit değildir. Ahitler arasındaki fetreti ortadan kaldırıp o boşluğu da doldurmayı hedefleyen bir son ahit metnidir. Allah’tan bize gelen, bütün ahit metinleri gibi ilahi ve insani gerçekliği, gaybi ve olgusal olanı ortak paydada buluşturan bir ahit metnidir.
Bu da ünlü Tabiin âlimi Hasanı Basri’nin yorumuyla “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusunu, bizlere bilmediğimiz bir zaman, mekân ve şekilde değil, bilakis ecdadımızın sulbünden dünyaya getirildikten, akıl baliğ olup sorumlu olacak yaşa geldikten, ‘evet’ deme iradesi bize verildikten sonra, olaya canlı birer şahitken kitap ve vahiy aracılığıyla sorulmuştur. Reşit olmayan çocuğu sorumlu kabul etmeyen bir dinin cenin öncesi bir atomdan söz aldığını iddia etmek bu dinin ilkeleri kadar yaratılış nazariyesi ile de tezat teşkil etmektedir. Çünkü Allah bunun mümkün olmadığını şöyle açıklamaktadır: “Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur yahut da bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O yücedir hakîmdir.”
Öyleyse Rabbimizle bizim aramızdaki canlı misakın yazılı belgesi olan Kur’anı Kerim’i, yeryüzünde ihmalin sembolü haline gelmiş tozlu raflardan indirip layık olduğu yere koyalım. Rabbimizle yaptığımız antlaşma metnine dönelim, ahde vefa gösterelim. “Sana biat edenler (elini tutup bağlılık sözü verenler), aslında Allah ile biat ediyorlar. Allah’ın eli de onların elinin üzerindedir. Ahdini bozan kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği söze bağlı kalırsa Allah ona büyük bir ödül verecektir.”92 Hamd Allah’a, salat ve selam elçilerine olsun.