Samimiyet, dikkatlerimizden kaçsa da, üzerinde “samimiyetle” düşünemesek de, aslında hayatımızın her alanına hükmeden bir kavramdır. “Hükmeden” diyoruz, çünkü hayattaki başarımızı bizim “samimiyetimiz” belirliyor. Evimizde, işimizde, sokakta ve dünyanın her yerinde ne kadar samimi olabiliyor isek o kadar içtenlik görüyoruz, karşılık buluyoruz, yardım alıyoruz. Bu kavramı hayatımızın her alanına yayabildiğimiz ölçüde de başarı ve mutluluk bizimle oluyor.
Bu kavramın ihata ettiği anlam ve insan psikolojisindeki ve sosyolojik hayattaki etkileri, belki psikiyatri için sıkı bir araştırma zeminidir. Biz, kendimizle ilgili olan kısmına, medyabasın ayağında “samimiyet”in nasıl ilerlediğine –ya da bir türlü neden ilerleyemediğine bakalım.
Sinema, ilk bakışta –farkında olunamadan samimiyetsizlik üzerine icad edilmiş, kurulmuş ve gelişmiştir desek, pek haksızlık etmiş olmayız. Medya da bugün, aynı samimiyetsizliğin takibinde.
Sinema, nasıl samimiyetsizlik üzerine icad edilmiştir? sorusuna, mucitlerini dahil etmeden cevap verelim:
Samimiyetsiz derken elbette mucitlerini ve sinemanın ilk örneklerini kastedemeyiz. “Lumiere Sinematografisi” olarak sinema tarihinin başlangıcı kabul edilen gösteriler, Auguste ve Louis Lumiere kardeşlerin 28 Aralık 1895’te Paris’te Grand Café on the Boulevard des Capucines’de sundukları halka açık ilk film gösterisi olarak başladı. Bunlar, hemen bir sene içinde bizde Yıldız Sarayı’nda Padişah’ın önünde ve sonrasında halka açık yerlerde yapılan birkaç dakikalık görüntülerden ibaretti. Yani bu ilk örneklerde kamera (alıcı), bir mevkiye konuluyor, oradaki görüntü montajsız (çünkü henüz montaj keşfedilmemiş) ve sessiz (çünkü henüz ses sistemleri de keşfedilmemiş) çekiliyor idi.
Bu gayet masumâne çekimlerde bir samimiyetsizlikten elbette bahsedemeyiz…
Lâkin asıl samimiyetsizlik, ses, montaj (kurgu), konu vb. yanları keşfedilip sinematograf bugünkü şeklini almaya başlayınca oluşmuştur, istemsizce. Çünkü işin içine kurgu girmiş, mevzulu filmler girmiştir, yani artık kamera bir yere konulup mekânlar olduğu gibi çekilmeyerek hayali bir dünya gösterilmeye başlanmıştır. İnsanlar, zihinlerinde kurguladıklarını, gelişen teknolojinin her imkânını kullanarak sinema diliyle aktarmaya başladılar, seyirci de aslında gerçek olmayan olayları ve aslında gerçek olmayan karakterleri varmış gibi izler oldu. İşte buna belki bir nebze “samimiyetsizlik” diyebiliriz, işin içine kurgu mantığı yani kandırmaca girdiğinden…
Şimdi akıllara şu soru gelecektir: Her ne kadar kurgu da olsa sinema perdesinde, televizyonda gösterilenlere cidden “samimiyetsiz” diyebilir miyiz?
İşi yapanlar, yapımcılar, oyuncular gayet gönüllü, samimi bu işi yapmış olabilirler, lâkin ekranda gösterilenler kurmaca olup, gerçeklikten uzak olduğu için samimiyetsizdirler. İşin daha da ilerisi, filmlerin kurgu olması gayet tabiîdir, öyle de olmalıdır. Fakat medya sektörünün bu hayali kurgulama mantığını haber bültenlerine, halkı bilinçlendirme adına yapılan programları taşıdıkları zaman samimiyetsizlik, önüne geçilemez bir hâl almıştır.
Burada öncelikle, fotoğraf sanatının ve sinemanın keşfinden bugünkü duruma gelene kadarki serüveni değil, genişleyerek medya ismiyle anılmaya başlanan sektörün bundan sonra neler yapması gerektiği önemlidir. Hatta medya, yani basın, yani günümüz iletişim araçlarını bir bütün olarak sinemasıyla, televizyonuyla, internetiyle, gazetesiyle ele alırsak, neler yapması gerektiğinden çok, neyi nasıl ve hangi yöntemle yapması gerekli olduğunun önemi daha da öne çıkar.
Medya, bizim için, iletişim ve haberleşme noktasında bir “kaynak”tır. “Kaynakkanalmesajalıcı” ekseninde bir döngü oluşturan medya, bilgi özelliğiyle öne çıkar. Medya, kaynağının sağlamlığını kabul ve ispat etme bakımından bilinir olmalıdır. Ayrıca güvenilir olma özelliği de taşımalıdır ki, az evvel bahsettiğimiz döngüdeki “alıcı” kısmını oluşturan seyirci kitlesinin desteğini kazanabilsin. Alıcı, yani izleyici, yani muhatap, yani kitle, artık “seçici” statüsündedir. Bu sebeple medya kuruluşlarının bir nevi varolma sebebidirler. Seyirci bir medya kuruluşunu ne kadar izlerse, o kuruluşun reklam ve diğer gelirleri artacaktır, çünkü revaçtadır, çünkü reytingleri çok iyidir, çünkü izlenme oranı yüksektir. Dolayısıyla ona bu gücü veren “seçici gücüseyirciyi” elinde tutmak zorundadır. Ve bunu, ancak yayınlarında yansıttığı samimiyeti ve ciddiyetiyle başarabilir.
Medya kuruluşu, yayınlarında samimiyeti ve ciddiyeti yansıtabilmek için neler yapmalıdır o hâlde?
Medya kuruluşu, öncelikle açık ve anlaşılır olmalıdır. Kullandığı lisan, beden dili, anlatım dili gayet anlaşılır olmalıdır. Kuruluşlar, kendi etik duruşları doğrultusunda bu dili oluştururken, her yaş diliminden izleyicilerinin olduğunu unutmamalıdırlar. Programların şeması oluşturulurken, her yaş grubuna hitap edecek yapımlar belirlenmeli, her program için kullanılacak beden ve konuşma dilinin çizgilerisınırlarıalanları belirlenmelidir. Özellikle çocuklara yönelik programlar, filmler, diziler, çizgi filmler henüz yapım aşamasındayken muhakkak pedagoglarla, çocuk psikolojisinde uzmanlaşmış kişilerle görüşülmeli, onların kontrolüyle bu yapımlar yürütülmelidir. Çünkü çocuklarımızın gelişimlerinde artık medya, çok büyük bir yer tutmaktadır. Hatta bazı durumlarda çocukların medyadan, ailelerinden daha fazla etkilendiklerini söyleyebiliriz. Çalışan anne babasından gün boyu ayrı kalan çocuklar, evde bir türlü kapanmak bilmeyen televizyonların karşısında büyümekte, rol model olarak günde birkaç saat görebildikleri annebabayı değil, TV’de gördükleri karakterleri seçmektedirler. İşi bu yönüyle düşününce, günümüzde aile ve çocuklar açısından gelinen acı resmi daha net görebilmek mümkündür. İşte bu sebeple medyanın gayet dikkatli, yaptığı işte samimi olması gerekmektedir. Bu dikkati ve samimiyeti bu kuruluşlardan beklemek de bizlerin en doğal hakkıdır.
Haber bültenleri ve haber programları ise, konu başlığımız bakımından kanalların en fazla yanıldıkları, seyircilerini yanılttıkları yayın kuşakları oluyor, maalesef. Hâlbuki kendisinin bizzat “kaynak” olması bakımından medyadan en fazla bu alanda hassas olması beklenir. Oysa durum tam tersidir. Her kuruluş haber kuşaklarını, kendi fikirlerini empoze etmek, savunduklarını dayatmak, inandıklarına inandırmak için kullanmaktadır. Bu bir nebze doğrudur, amma burada bizim dikkatleri çekmek istediğimiz husus başka; elbette her kurum kendi doğrularının, çizgilerinin savunucusudur, fakat bunu yaparken muhatabı suçlayıcı ve toplum önünde suçlandırıcı duruma düşürmek için haberleri çarpıtmak, bir medya kuruluşunda olmaması gereken, etik olmayan durumlardır. Bunlardan uzak kalınabildiği sürece işin samimiyeti tehlikeye girmez. Bu bakımdan medya kuruluşları, iletişim ve haberleşmeyi sağlamada gayet şeffaf olmalıdır. Kurum, seyircisine aktaracağı haberlere kaynaklarının kesinliğinden emin olmadıkça yer vermemelidir.
Bilgilendirme ve öğretme de medyanın yayın temellerindendir. Ancak neyi nasıl bilgilendirecektir? Bilgiyi hangi süzgeçten, hangi evrelerden geçirecektir? İşte burada medyanın en büyük yardımcısı olarak imdada uzmanlar yetişmektedir. Servis edilecek bilginin, sunulacak öğretimin konusu ne ise, o alanda görev yapan uzmanlara başvurularak, onların gözetiminde doğru bilgi aktarımı yapılabilir. İşte bu davranışla karşımıza çıkan medya kuruluşu, bizlere haberi, bilgiyi aktarırken gösterdiği göstereceği bu hassasiyetle, ne kadar samimi olduğunu ortaya koyar. Biz seyirciler olarak bize sunulanın muhakkak uzmanlar eleğinden geçtiğini bilirsek, çok daha güvenle verilen bilgiye açık oluruz.
Yapılan programlar, haberlerde yer alan konular, ihtiyaca uygun olmalıdır. Tabii her bilginin doğru zamanda iletilmesi de bir o kadar önem arz etmektedir.
Medya, “davet”çidir. Davet kelimesi Arapça’da “deave” fiilinden mastar sözcüktür. Mana itibariyle baktığımızda davet, “çağrı, çağırmak, seslenmek, nida etmek” gibi anlamları barındırır. Bunu göz önüne aldığımızda, davetçi olan medyanın, biz seyircilerini neye davet ettiği, ayrı bir hüviyet kazanır.
Bugünkü medya için bu soruyu sorduğumuzda ve “bizi neye davet ettiği”ni incelediğimizde, farklı cevaplar alabiliriz. Ancak açık olan şudur ki, yayınlanan programlardan reklamlara kadar seyircinin davet edildiği ilk şey “sınırsız tüketmek”tir. Tüketmenin yanısıra medyadan gelen daveti daha da genişletebiliriz; elindekiyle yetinmemek, ne pahasına olursa olsun en iyisini elde etmek, giyim kuşam ve görünüşle en mükemmel olmak, en önde olmak, hizmet eden değil hizmet edilen olmak, en güzel kız olmak, en yakışıklı erkek olmak, zengin olmak, elinde her gücü bulundurmak vs.
Tüm bunlar, insanî değerlerimizi, dinî değerlerimizi, kültürel kodlarımızı nasıl etkilemektedir? Elbette bu etkinin olumlu olduğunu söyleyemeyiz. Yukarıda bahsettiğimiz hususlar, bizleri “biz” yapan birikimlerimizden çok uzaktır. Bizim medeniyetimiz tüketmek üzerine değil, üretmek üzerine kuruludur. Halka hizmet etmek, insana kıymet vermek, elindekinin değerini bilmek, israf etmemek, aileye, vatanına, milletine, geleneklerine, inançlarına sıkı sıkıya bağlı olmak ve bağlı kalmak üzerine kuruludur. Oysa medyada “yeniliğe, gelişen dünyaya ayak uydurma” adı altında alışkanlıklarımızın çok dışında bir hayat sunulmakta, amma bu sunulanların bizlere ne kadar zarar verdiği, geleceğimizi şekillendirmede ne kadar yanlış yönlere sevk ettiği gözlerden kaçmaktadır. Medyada sunulan karakterleri incelediğimizde, bizlere dayatılan samimiyetsiz, günübirlik, geçmişi ve geleceği düşünmeksizin yaşanılan bir hayat biçiminde hiç de eğreti durmazlar. Bu karakterler, bizlerden tamamen farklıdırlar ve ne yazık ki bir o kadar da özendiricidirler.
Bunun doğrusu yapılamaz mı?
Gayet rahatlıkla yapılabilir. Fakat bunun yapılabilmesi, önce “niyet”ten geçer. Niyet ise “samimiyet”tir.
Medyayı bir “tebliğ” aracı olarak görebilir miyiz? Buna hem evet ve hem de hayır cevabını verebiliriz.
Evet; medya bir tebliğ aracına dönüşebilir fakat bunu yaparken ulaşmamız gereken her tür kesimi düşünerek hareket etmeli ve yapımları ona göre şekillendirmeliyiz.
Hayır; medyayı bir tebliğ aracı gibi kullanamayız, ama medyanın pekala bizi olduğumuz gibi resmetmesi sağlanabilir, bizden ayrı ve yabancı olması gerekmez.
Ayrıca medyayı bir nasihat aracına dönüştürebilir miyiz? Nasihat, ciddi yöntemlerle olmakla birlikte, eğlenceli kimliğe de bürünebilir, böylelikle alıcı ağı, kitlesi genişler, her kesime ve herkese hitap edebilme özelliğini kaybetmez.
Burada, “nasihat” kelimesinin üzerinde durmak lazımdır. İbn Manzûr, nasihat kelimesini, “samimi olmak manasına gelen ‘nush’ fiilinin mastarıdır” şeklinde açıklar ve şöyle devam eder; “kaynaklarda nasihat kavramına, kişinin maddi ve manevi iletişimini sağlaması, samimiyet ve dürüstlüğünü ifade etmesi şeklinde genel bir anlam içeriği de yüklenmektedir.” Tatlı söz, öğüt anlamına gelen nasihat kelimesini, İsfehanî; “insanları doğru yola, iyi ve güzel olana fiili ve sözlü olarak samimiyetle yöneltmek anlamlarına da gelir,” şeklinde açıklar.
İşte bu bakımdan medya, aslında bir “nasihat” aracıdır. Fakat kullanımı biraz zor ve risklidir, hakikaten ehil ellerde olması gereklidir. Ehliyet, ancak ehline verilirse güzel işler meydana çıkar, medyada yer alır. Hemen akla hem duygulara hitap eden bir aygıt olması bakımından medyanın, bu ehliyete ve samimiyete şiddetle ihtiyacı vardır.
Bu kavramın ihata ettiği anlam ve insan psikolojisindeki ve sosyolojik hayattaki etkileri, belki psikiyatri için sıkı bir araştırma zeminidir. Biz, kendimizle ilgili olan kısmına, medyabasın ayağında “samimiyet”in nasıl ilerlediğine –ya da bir türlü neden ilerleyemediğine bakalım.
Sinema, ilk bakışta –farkında olunamadan samimiyetsizlik üzerine icad edilmiş, kurulmuş ve gelişmiştir desek, pek haksızlık etmiş olmayız. Medya da bugün, aynı samimiyetsizliğin takibinde.
Sinema, nasıl samimiyetsizlik üzerine icad edilmiştir? sorusuna, mucitlerini dahil etmeden cevap verelim:
Samimiyetsiz derken elbette mucitlerini ve sinemanın ilk örneklerini kastedemeyiz. “Lumiere Sinematografisi” olarak sinema tarihinin başlangıcı kabul edilen gösteriler, Auguste ve Louis Lumiere kardeşlerin 28 Aralık 1895’te Paris’te Grand Café on the Boulevard des Capucines’de sundukları halka açık ilk film gösterisi olarak başladı. Bunlar, hemen bir sene içinde bizde Yıldız Sarayı’nda Padişah’ın önünde ve sonrasında halka açık yerlerde yapılan birkaç dakikalık görüntülerden ibaretti. Yani bu ilk örneklerde kamera (alıcı), bir mevkiye konuluyor, oradaki görüntü montajsız (çünkü henüz montaj keşfedilmemiş) ve sessiz (çünkü henüz ses sistemleri de keşfedilmemiş) çekiliyor idi.
Bu gayet masumâne çekimlerde bir samimiyetsizlikten elbette bahsedemeyiz…
Lâkin asıl samimiyetsizlik, ses, montaj (kurgu), konu vb. yanları keşfedilip sinematograf bugünkü şeklini almaya başlayınca oluşmuştur, istemsizce. Çünkü işin içine kurgu girmiş, mevzulu filmler girmiştir, yani artık kamera bir yere konulup mekânlar olduğu gibi çekilmeyerek hayali bir dünya gösterilmeye başlanmıştır. İnsanlar, zihinlerinde kurguladıklarını, gelişen teknolojinin her imkânını kullanarak sinema diliyle aktarmaya başladılar, seyirci de aslında gerçek olmayan olayları ve aslında gerçek olmayan karakterleri varmış gibi izler oldu. İşte buna belki bir nebze “samimiyetsizlik” diyebiliriz, işin içine kurgu mantığı yani kandırmaca girdiğinden…
Şimdi akıllara şu soru gelecektir: Her ne kadar kurgu da olsa sinema perdesinde, televizyonda gösterilenlere cidden “samimiyetsiz” diyebilir miyiz?
İşi yapanlar, yapımcılar, oyuncular gayet gönüllü, samimi bu işi yapmış olabilirler, lâkin ekranda gösterilenler kurmaca olup, gerçeklikten uzak olduğu için samimiyetsizdirler. İşin daha da ilerisi, filmlerin kurgu olması gayet tabiîdir, öyle de olmalıdır. Fakat medya sektörünün bu hayali kurgulama mantığını haber bültenlerine, halkı bilinçlendirme adına yapılan programları taşıdıkları zaman samimiyetsizlik, önüne geçilemez bir hâl almıştır.
Burada öncelikle, fotoğraf sanatının ve sinemanın keşfinden bugünkü duruma gelene kadarki serüveni değil, genişleyerek medya ismiyle anılmaya başlanan sektörün bundan sonra neler yapması gerektiği önemlidir. Hatta medya, yani basın, yani günümüz iletişim araçlarını bir bütün olarak sinemasıyla, televizyonuyla, internetiyle, gazetesiyle ele alırsak, neler yapması gerektiğinden çok, neyi nasıl ve hangi yöntemle yapması gerekli olduğunun önemi daha da öne çıkar.
Medya, bizim için, iletişim ve haberleşme noktasında bir “kaynak”tır. “Kaynakkanalmesajalıcı” ekseninde bir döngü oluşturan medya, bilgi özelliğiyle öne çıkar. Medya, kaynağının sağlamlığını kabul ve ispat etme bakımından bilinir olmalıdır. Ayrıca güvenilir olma özelliği de taşımalıdır ki, az evvel bahsettiğimiz döngüdeki “alıcı” kısmını oluşturan seyirci kitlesinin desteğini kazanabilsin. Alıcı, yani izleyici, yani muhatap, yani kitle, artık “seçici” statüsündedir. Bu sebeple medya kuruluşlarının bir nevi varolma sebebidirler. Seyirci bir medya kuruluşunu ne kadar izlerse, o kuruluşun reklam ve diğer gelirleri artacaktır, çünkü revaçtadır, çünkü reytingleri çok iyidir, çünkü izlenme oranı yüksektir. Dolayısıyla ona bu gücü veren “seçici gücüseyirciyi” elinde tutmak zorundadır. Ve bunu, ancak yayınlarında yansıttığı samimiyeti ve ciddiyetiyle başarabilir.
Medya kuruluşu, yayınlarında samimiyeti ve ciddiyeti yansıtabilmek için neler yapmalıdır o hâlde?
Medya kuruluşu, öncelikle açık ve anlaşılır olmalıdır. Kullandığı lisan, beden dili, anlatım dili gayet anlaşılır olmalıdır. Kuruluşlar, kendi etik duruşları doğrultusunda bu dili oluştururken, her yaş diliminden izleyicilerinin olduğunu unutmamalıdırlar. Programların şeması oluşturulurken, her yaş grubuna hitap edecek yapımlar belirlenmeli, her program için kullanılacak beden ve konuşma dilinin çizgilerisınırlarıalanları belirlenmelidir. Özellikle çocuklara yönelik programlar, filmler, diziler, çizgi filmler henüz yapım aşamasındayken muhakkak pedagoglarla, çocuk psikolojisinde uzmanlaşmış kişilerle görüşülmeli, onların kontrolüyle bu yapımlar yürütülmelidir. Çünkü çocuklarımızın gelişimlerinde artık medya, çok büyük bir yer tutmaktadır. Hatta bazı durumlarda çocukların medyadan, ailelerinden daha fazla etkilendiklerini söyleyebiliriz. Çalışan anne babasından gün boyu ayrı kalan çocuklar, evde bir türlü kapanmak bilmeyen televizyonların karşısında büyümekte, rol model olarak günde birkaç saat görebildikleri annebabayı değil, TV’de gördükleri karakterleri seçmektedirler. İşi bu yönüyle düşününce, günümüzde aile ve çocuklar açısından gelinen acı resmi daha net görebilmek mümkündür. İşte bu sebeple medyanın gayet dikkatli, yaptığı işte samimi olması gerekmektedir. Bu dikkati ve samimiyeti bu kuruluşlardan beklemek de bizlerin en doğal hakkıdır.
Haber bültenleri ve haber programları ise, konu başlığımız bakımından kanalların en fazla yanıldıkları, seyircilerini yanılttıkları yayın kuşakları oluyor, maalesef. Hâlbuki kendisinin bizzat “kaynak” olması bakımından medyadan en fazla bu alanda hassas olması beklenir. Oysa durum tam tersidir. Her kuruluş haber kuşaklarını, kendi fikirlerini empoze etmek, savunduklarını dayatmak, inandıklarına inandırmak için kullanmaktadır. Bu bir nebze doğrudur, amma burada bizim dikkatleri çekmek istediğimiz husus başka; elbette her kurum kendi doğrularının, çizgilerinin savunucusudur, fakat bunu yaparken muhatabı suçlayıcı ve toplum önünde suçlandırıcı duruma düşürmek için haberleri çarpıtmak, bir medya kuruluşunda olmaması gereken, etik olmayan durumlardır. Bunlardan uzak kalınabildiği sürece işin samimiyeti tehlikeye girmez. Bu bakımdan medya kuruluşları, iletişim ve haberleşmeyi sağlamada gayet şeffaf olmalıdır. Kurum, seyircisine aktaracağı haberlere kaynaklarının kesinliğinden emin olmadıkça yer vermemelidir.
Bilgilendirme ve öğretme de medyanın yayın temellerindendir. Ancak neyi nasıl bilgilendirecektir? Bilgiyi hangi süzgeçten, hangi evrelerden geçirecektir? İşte burada medyanın en büyük yardımcısı olarak imdada uzmanlar yetişmektedir. Servis edilecek bilginin, sunulacak öğretimin konusu ne ise, o alanda görev yapan uzmanlara başvurularak, onların gözetiminde doğru bilgi aktarımı yapılabilir. İşte bu davranışla karşımıza çıkan medya kuruluşu, bizlere haberi, bilgiyi aktarırken gösterdiği göstereceği bu hassasiyetle, ne kadar samimi olduğunu ortaya koyar. Biz seyirciler olarak bize sunulanın muhakkak uzmanlar eleğinden geçtiğini bilirsek, çok daha güvenle verilen bilgiye açık oluruz.
Yapılan programlar, haberlerde yer alan konular, ihtiyaca uygun olmalıdır. Tabii her bilginin doğru zamanda iletilmesi de bir o kadar önem arz etmektedir.
Medya, “davet”çidir. Davet kelimesi Arapça’da “deave” fiilinden mastar sözcüktür. Mana itibariyle baktığımızda davet, “çağrı, çağırmak, seslenmek, nida etmek” gibi anlamları barındırır. Bunu göz önüne aldığımızda, davetçi olan medyanın, biz seyircilerini neye davet ettiği, ayrı bir hüviyet kazanır.
Bugünkü medya için bu soruyu sorduğumuzda ve “bizi neye davet ettiği”ni incelediğimizde, farklı cevaplar alabiliriz. Ancak açık olan şudur ki, yayınlanan programlardan reklamlara kadar seyircinin davet edildiği ilk şey “sınırsız tüketmek”tir. Tüketmenin yanısıra medyadan gelen daveti daha da genişletebiliriz; elindekiyle yetinmemek, ne pahasına olursa olsun en iyisini elde etmek, giyim kuşam ve görünüşle en mükemmel olmak, en önde olmak, hizmet eden değil hizmet edilen olmak, en güzel kız olmak, en yakışıklı erkek olmak, zengin olmak, elinde her gücü bulundurmak vs.
Tüm bunlar, insanî değerlerimizi, dinî değerlerimizi, kültürel kodlarımızı nasıl etkilemektedir? Elbette bu etkinin olumlu olduğunu söyleyemeyiz. Yukarıda bahsettiğimiz hususlar, bizleri “biz” yapan birikimlerimizden çok uzaktır. Bizim medeniyetimiz tüketmek üzerine değil, üretmek üzerine kuruludur. Halka hizmet etmek, insana kıymet vermek, elindekinin değerini bilmek, israf etmemek, aileye, vatanına, milletine, geleneklerine, inançlarına sıkı sıkıya bağlı olmak ve bağlı kalmak üzerine kuruludur. Oysa medyada “yeniliğe, gelişen dünyaya ayak uydurma” adı altında alışkanlıklarımızın çok dışında bir hayat sunulmakta, amma bu sunulanların bizlere ne kadar zarar verdiği, geleceğimizi şekillendirmede ne kadar yanlış yönlere sevk ettiği gözlerden kaçmaktadır. Medyada sunulan karakterleri incelediğimizde, bizlere dayatılan samimiyetsiz, günübirlik, geçmişi ve geleceği düşünmeksizin yaşanılan bir hayat biçiminde hiç de eğreti durmazlar. Bu karakterler, bizlerden tamamen farklıdırlar ve ne yazık ki bir o kadar da özendiricidirler.
Bunun doğrusu yapılamaz mı?
Gayet rahatlıkla yapılabilir. Fakat bunun yapılabilmesi, önce “niyet”ten geçer. Niyet ise “samimiyet”tir.
Medyayı bir “tebliğ” aracı olarak görebilir miyiz? Buna hem evet ve hem de hayır cevabını verebiliriz.
Evet; medya bir tebliğ aracına dönüşebilir fakat bunu yaparken ulaşmamız gereken her tür kesimi düşünerek hareket etmeli ve yapımları ona göre şekillendirmeliyiz.
Hayır; medyayı bir tebliğ aracı gibi kullanamayız, ama medyanın pekala bizi olduğumuz gibi resmetmesi sağlanabilir, bizden ayrı ve yabancı olması gerekmez.
Ayrıca medyayı bir nasihat aracına dönüştürebilir miyiz? Nasihat, ciddi yöntemlerle olmakla birlikte, eğlenceli kimliğe de bürünebilir, böylelikle alıcı ağı, kitlesi genişler, her kesime ve herkese hitap edebilme özelliğini kaybetmez.
Burada, “nasihat” kelimesinin üzerinde durmak lazımdır. İbn Manzûr, nasihat kelimesini, “samimi olmak manasına gelen ‘nush’ fiilinin mastarıdır” şeklinde açıklar ve şöyle devam eder; “kaynaklarda nasihat kavramına, kişinin maddi ve manevi iletişimini sağlaması, samimiyet ve dürüstlüğünü ifade etmesi şeklinde genel bir anlam içeriği de yüklenmektedir.” Tatlı söz, öğüt anlamına gelen nasihat kelimesini, İsfehanî; “insanları doğru yola, iyi ve güzel olana fiili ve sözlü olarak samimiyetle yöneltmek anlamlarına da gelir,” şeklinde açıklar.
İşte bu bakımdan medya, aslında bir “nasihat” aracıdır. Fakat kullanımı biraz zor ve risklidir, hakikaten ehil ellerde olması gereklidir. Ehliyet, ancak ehline verilirse güzel işler meydana çıkar, medyada yer alır. Hemen akla hem duygulara hitap eden bir aygıt olması bakımından medyanın, bu ehliyete ve samimiyete şiddetle ihtiyacı vardır.