Türkiye panoramasında kadının kendi olması ve kendini bulmasının önünde iki engel vardır. Bunların her biri diğerini yadsısa ve küçümsese de, sonuçta farklı kapılardan birbirine çok yakın iki kadın tipi zuhur etmektedir. Peki nedir bu engeller? Biri sözde din adına ancak hiç de dinî olmayan bir tavırla kadının kendini bulmasının önündeki ataerkil, geleneksel, dogmatizm engeli, diğeri ise dinden kadını özgürleştirmeyi vaat eden ancak tam da bir ablukaya mahkum eden kapitalizm pazarı.
Kadından söz etmeye başlayınca doğal olarak onun diğer kutbu zihinlerde yankılanmaya başlar. Elbette o da erkektir. Kur’an’ın ifadesiyle ‘kadın erkek için erkek de kadın için birer elbisedir. Şimdi bu ayet ışığında, sözde din adına kadının ikincil bir konuma itilmesi ve onun birey olma bakımından potansiyellerinin gerçekleşmesine mani olunması gerçeğine göz attığımızda, söz konusu ‘elbise olma’ ne kadar gerçek olacaktır? Yine elbise veya örtü metaforu aslında kadın ve erkeğin kendi sınırlarını bulması için bir imkân işlevine sahiptir. Sınırların bulunmasında tensellik kadar ruhsal örtüşmenin önemi inkâr edilemez. Aksi halde kadın sadece çocuk doğuran bir makine ve ev işlerini yapan bir robottan öteye geçmeyecektir. Öyle ya; kadına sadece bunlar biçilirse, ruhsal bir sınır bulma işlevini ondan beklemek lüks olacaktır. Esasında kadının bu konuma itilmesinden sadece kadınlar değil erkekler de kayıptadır. Ruhsal ve bedensel bakımdan bize müsavi olan, bir elbise işlevi göreceğinden, köreltilen bir kadın da tam anlamıyla erkeği örtemez. Birbirlerinde kendi sınırlarını bulan kadın ve erkeğin gelişim ve huzur bulması asıl murat edilen hakikatken, çizdiğimiz panorama içinde ise birer fırsat olan bu bütünleyici kutuplar âdeta sınırlarını kaybettirici birer ömür törpüsü hâline gelmektedir. Kaldı ki, İslâm’ın kadın ve erkeği birbirleri için huzur bulma vasıtası olarak tanımlamasında derin anlamlar vardır. Zira evlilikle bunları bir araya getiren ilâhî irade, bu bütünleşmenin sadece cinsellik amacıyla bir araya gelmek olarak algılanmasına meydan okumaktadır. Bu birliktelik bütün bunları aşan ve kuşatan ve tevhide ulaştıran bir gizi kendinde barındırmaktadır. Hâl böyleyken, ibre neden şaşmaktadır? Elbette asıl mesajı güya kendi menfaatlerine göre yorumlayan eril anlayıştır. Ancak ifade ettiğimiz gibi görünüşte bastırılan ve susturulan bir kadına hâkim olmak kolay gibi gözükse de, bu oyundan her ikisi de kaybederek çıkmaktadır.
Türkiye’de kadın olgusuna diğer cenahtan bakıldığında tablo çok farklı gibi gözükse de, sonuçta kazanılan değil kaybedilen bir durumla karşılaşılır. Dinin kadını köleleştirdiğini ileri süren ve özgürlük adına kadını magazin kapaklarına ve konu mankenliğine davet eden zihniyet kadına daha büyük zararlar vermiştir. Dogmatik tabloda kadının anne olma hasleti bütün ihtişamıyla dururken, burada cinsel özgürlük vs. söylemleriyle kadın tam bir meta olmaya tutuklu bırakılmıştır. Özgürlük söylemleriyle kapitalizm pazarına malzeme olan kadının bundan böyle ruhunun sadece adı olacaktır. Peki kadın ve erkeğin birbirleri için kendi sınırlarını bulmada bir imkân olması burada mümkün mü? Her iki cins öyle zengin potansiyellerle donanımlı olduğu halde, kapitalizm onları sadece cinsel boyuta indirgemiştir. Âdeta bütünleşmek için değil yabancılaşmak için birer pranga şekline dönüşmüştür onlar. Daha fazla çeşit peşine düşülmüştür âdeta! Kadını her bakımdan sömüren bir pazar, ‘yarım elma gönül alma’ ilkesini de unutmamıştır.
Kadına insan olma bakımından tam onurunu şüphesiz İslâm iade etmiştir. Çünkü kadını erke
ğin eksik yaratılmış şeklinden ya da kusurlu yaratık olmaktan çıkarıp, onu hem bireysel, hem toplumsal hem de aile içinde hak ve hukukla donatılı, Allah’ın rahmet ve cemal sıfatının tezahürü olarak nitelendirmiştir. Kadın olmanın bir utanma unsuru olduğu, kız çocuklarının diri diri gömüldüğü ve ‘kadına fikir danış ancak söylediğinin tam aksini yap’ sözünün darbımesel olduğu bir toplumda Kur’an, ‘Müslüman erkekler’ ve ‘Müslüman kadınlar’ hitabıyla erkek ve kadını emir ve yasaklarda eşit muhatap almıştır. Bu, kadına tam olarak bir birey muamelesinin yapıldığı anlamına gelir. Tam bir birey olmanın şartlarından biri ahlâkî bakımdan da kusurlu olmamayı gerektirir. Ahlâken eksik olan bir varlığa getirilen emir ve hükümlerin farklı olması gerekmez miydi? Âdil olan Allah’ın, ‘asıl’ olan kullukta birey olarak seslendiği kadına, kulluğun bir parçası olan diğer salih amellerde onu ikincil bir konuma koyması düşünülemez. Burada dikkat kesilmemiz gereken husus, muamelâtlardan (nokta uygulamalardan) ziyade perspektiftir.
Tarihsel uygulamaları dikkate almadan, şimdinin koşullarındaki bir duruşu o zamana giydirmeye çalışmak, insanın gelişim serüvenine gözü kapalı olmak anlamına gelir. Şimdiye hitap eden bir uygulama bir asır sonrası için geri olabilecektir. Şu halde verilen ufuk daha önemlidir. Perspektif ve tarihsel koşullar dengesinin iyi tahlil edilmesi gerekmektedir. Kadın olmanın suç ve utanılacak bir olgu olduğu bir topluma, kadının da şahit olması hakkı tanınıyor. Yine ona miras hakkı veriliyor. Art niyetle bakan bir göz, buradaki milât olabilecek değişikliği görmüyor ve neden iki kadın bir erkeğe denk görülüyor, şeklindeki feveranı yükseltiyor. O dönemdeki her kadın Hz. Hatice gibi ticaret vs. koşullarını bilen bir birey değil ki! Hakk ve adalet ölçüsü gözetiliyor. Şimdinin kadını ne kadar birey ve ne kadar gelişmeleri vs. değerlendirip karar verecek durumda elbette gördüğünü aktaracak güçte, bundan şüphe edilemez! Yukarıda değindiğimiz gibi elbette genellenemez ancak büyük çoğunluk ya cinsel bir meta ya da erkeğin gölgesindeki bir kukla. Evet, Kur’an muazzam bir perspektif vermiştir ve onun kulpundan tutmamız gerekiyor.
Bilindiği gibi Kur’an’ı anlama ve yorumlamanın en önemli yollarından biri karşılıklı etkileşim yoludur. Bir başka ifadeyle okuyucuyla metin arasındaki bir diyalogdur. Martin Buber’in ifadesiyle bir ‘BenSen’ diyaloguna mümin kadın doğrudan doğruya değil de, onun yerine anlamış olan erkeklerin gözüyle kulağıyla geçmektedir. Çünkü gelenek bir gözlük verir insana. Hz. Meryem’e yapılan vurguyu ve mesajı bir kadın vecdî bir boyutta kavrarken, erkek bir müfessir de aynı etkiyi yaratamaz. Söz konusu ayetleri okuyan bir kadın herkesin içinde tabiri caizse bir İsa olduğu, zamanın bilincinde olarak onu çıkartmaya tâlip olması gerektiği mesajını alır. Öte yandan bir erkek müfessir Havva’nın ayartıcılığının altını çizerken, kadın tam bir empatiyle bilgelik ve ölümsüzlük ağacına uzanmanın bedeliyle birlikte tam olarak var olma ya da insan olma anlamına geldiğini kavramaya başlar. Tam da bu sırada bütünlüğü dahası sevgiyi fark eder. Erkek de dünyayı kendisiyle gördüğü kadını tanır. Esasında bu sayede o, kendisindeki eksikliği kadınla tamamlayarak kendini sevme ve fark etme fırsatını yakalar. Kısacası her ikisi de kendi sınırlarını diğeri sayesinde bulduğu gibi ötekinde doğma imkânını da yakalamış olur.
Ruhsal ve bedensel bütünlüğü, dahası eş olmayı izah eden tablolar, toplumsal, kültürel vb. hususlarda erkeğin egemen olacağı anlamına gelemez. Eğer böyle olmasaydı Kur’an Hz. Meryem’in, Hz. Asiye’nin ve Belkıs’ın ve Âli İmran’ın büyüklük ve liderliklerini kabul etmezdi. Açıkçası bu modeller, hem erkek hem de kadınlar içindir. Yani o, iyi özelliklerle techiz edilmiş bu kadınların, diğer kadınlardan ve erkeklerden önceliğine ve üstünlüğüne işaret etmiştir. Açıkçası kadın ve erkek arasındaki biyolojik ve cinsel farklılığın, toplumsal, kültürel ve siyasi bir farklılığa dönüştürülmesine ifade ettiğimiz modeller ve daha niceleri meydan okur.
Aslında Kur’an, kadının ayartıcılığı konusunu düzelten nihaî mesajdır. Zira Tevrat’ta yılanın Havva’yı, onun da Âdem’i kandırdığı belirtilirken (Tekvin, 3), Kur’an’da şeytanın ikisinin içine de vesvese soktuğu (A’raf, 20), ikisinin de hataya düştüğü (Bakara, 36) söylenmektedir. Yani nefse uyma bakımından ikisi de aynı derecede sorumludur. Öte yandan Tevrat’ta Âdem eşyaya isim verirken ilk kadına da Havva adını vermiştir (Tekvîn,20).
Allah’ın ilk insana kendi öğrettiği isimleri onun takdirine göre bütün varlıkları adlandırma imkânı vermesi, Âdem’e dünya yüzünde hükümranlık verdiği anlamına gelir. Havva’ya isim verdiği için onun üstünde de egemen demektir. Oysa Kur’an’da Âdem’in eşine isim vermesine rastlanmaz. Eğer Havva’ya isim vermiş olsaydı, geleneksel kadın anlayışı için iyi bir dayanak olabilirdi. Ancak durum böyle değildir.
Kadının isyankâr, entrikacı ve huysuz olarak tanımlanması, acaba evrensel kadın doğasına mı işaret ediyor, yoksa kadın olarak dünyaya gelmenin bir bahtsızlık olduğu bir toplumdaki kadının olumsuz özelliklerinin zuhur ettirilmesinin bir sonucunu mu tasvir ediyor? Psikolojinin diliyle konuşursak, kendini gerçekleştirme fırsatı verilmeyen kadın, elbette tanımlandığı hâlindekipotansiyellerini bir güç olarak kullanacaktır. Mevlânâ, “Fîhi Mâ Fîh” adlı eserinde kadının erkeğin sabır egzersizi olduğunu söyler. İkinci ifadede o, yaşadıkları kültür ve geleneğin ürettiği kadına işaret etmektedir. Tercih bizim. Kadının kendi ekseni etrafında dönen bir kutup olmasına izin verirsek, kendi ışığını yansıtırken bizi de aydınlatır. Onu siyah perdeler arkasına gömüp, nuranî ışığın süzmesine müsaade etmezsek, sadece o değil, hepimiz karanlıkta kalırız.
Kadından söz etmeye başlayınca doğal olarak onun diğer kutbu zihinlerde yankılanmaya başlar. Elbette o da erkektir. Kur’an’ın ifadesiyle ‘kadın erkek için erkek de kadın için birer elbisedir. Şimdi bu ayet ışığında, sözde din adına kadının ikincil bir konuma itilmesi ve onun birey olma bakımından potansiyellerinin gerçekleşmesine mani olunması gerçeğine göz attığımızda, söz konusu ‘elbise olma’ ne kadar gerçek olacaktır? Yine elbise veya örtü metaforu aslında kadın ve erkeğin kendi sınırlarını bulması için bir imkân işlevine sahiptir. Sınırların bulunmasında tensellik kadar ruhsal örtüşmenin önemi inkâr edilemez. Aksi halde kadın sadece çocuk doğuran bir makine ve ev işlerini yapan bir robottan öteye geçmeyecektir. Öyle ya; kadına sadece bunlar biçilirse, ruhsal bir sınır bulma işlevini ondan beklemek lüks olacaktır. Esasında kadının bu konuma itilmesinden sadece kadınlar değil erkekler de kayıptadır. Ruhsal ve bedensel bakımdan bize müsavi olan, bir elbise işlevi göreceğinden, köreltilen bir kadın da tam anlamıyla erkeği örtemez. Birbirlerinde kendi sınırlarını bulan kadın ve erkeğin gelişim ve huzur bulması asıl murat edilen hakikatken, çizdiğimiz panorama içinde ise birer fırsat olan bu bütünleyici kutuplar âdeta sınırlarını kaybettirici birer ömür törpüsü hâline gelmektedir. Kaldı ki, İslâm’ın kadın ve erkeği birbirleri için huzur bulma vasıtası olarak tanımlamasında derin anlamlar vardır. Zira evlilikle bunları bir araya getiren ilâhî irade, bu bütünleşmenin sadece cinsellik amacıyla bir araya gelmek olarak algılanmasına meydan okumaktadır. Bu birliktelik bütün bunları aşan ve kuşatan ve tevhide ulaştıran bir gizi kendinde barındırmaktadır. Hâl böyleyken, ibre neden şaşmaktadır? Elbette asıl mesajı güya kendi menfaatlerine göre yorumlayan eril anlayıştır. Ancak ifade ettiğimiz gibi görünüşte bastırılan ve susturulan bir kadına hâkim olmak kolay gibi gözükse de, bu oyundan her ikisi de kaybederek çıkmaktadır.
Türkiye’de kadın olgusuna diğer cenahtan bakıldığında tablo çok farklı gibi gözükse de, sonuçta kazanılan değil kaybedilen bir durumla karşılaşılır. Dinin kadını köleleştirdiğini ileri süren ve özgürlük adına kadını magazin kapaklarına ve konu mankenliğine davet eden zihniyet kadına daha büyük zararlar vermiştir. Dogmatik tabloda kadının anne olma hasleti bütün ihtişamıyla dururken, burada cinsel özgürlük vs. söylemleriyle kadın tam bir meta olmaya tutuklu bırakılmıştır. Özgürlük söylemleriyle kapitalizm pazarına malzeme olan kadının bundan böyle ruhunun sadece adı olacaktır. Peki kadın ve erkeğin birbirleri için kendi sınırlarını bulmada bir imkân olması burada mümkün mü? Her iki cins öyle zengin potansiyellerle donanımlı olduğu halde, kapitalizm onları sadece cinsel boyuta indirgemiştir. Âdeta bütünleşmek için değil yabancılaşmak için birer pranga şekline dönüşmüştür onlar. Daha fazla çeşit peşine düşülmüştür âdeta! Kadını her bakımdan sömüren bir pazar, ‘yarım elma gönül alma’ ilkesini de unutmamıştır.
Kadına insan olma bakımından tam onurunu şüphesiz İslâm iade etmiştir. Çünkü kadını erke
ğin eksik yaratılmış şeklinden ya da kusurlu yaratık olmaktan çıkarıp, onu hem bireysel, hem toplumsal hem de aile içinde hak ve hukukla donatılı, Allah’ın rahmet ve cemal sıfatının tezahürü olarak nitelendirmiştir. Kadın olmanın bir utanma unsuru olduğu, kız çocuklarının diri diri gömüldüğü ve ‘kadına fikir danış ancak söylediğinin tam aksini yap’ sözünün darbımesel olduğu bir toplumda Kur’an, ‘Müslüman erkekler’ ve ‘Müslüman kadınlar’ hitabıyla erkek ve kadını emir ve yasaklarda eşit muhatap almıştır. Bu, kadına tam olarak bir birey muamelesinin yapıldığı anlamına gelir. Tam bir birey olmanın şartlarından biri ahlâkî bakımdan da kusurlu olmamayı gerektirir. Ahlâken eksik olan bir varlığa getirilen emir ve hükümlerin farklı olması gerekmez miydi? Âdil olan Allah’ın, ‘asıl’ olan kullukta birey olarak seslendiği kadına, kulluğun bir parçası olan diğer salih amellerde onu ikincil bir konuma koyması düşünülemez. Burada dikkat kesilmemiz gereken husus, muamelâtlardan (nokta uygulamalardan) ziyade perspektiftir.
Tarihsel uygulamaları dikkate almadan, şimdinin koşullarındaki bir duruşu o zamana giydirmeye çalışmak, insanın gelişim serüvenine gözü kapalı olmak anlamına gelir. Şimdiye hitap eden bir uygulama bir asır sonrası için geri olabilecektir. Şu halde verilen ufuk daha önemlidir. Perspektif ve tarihsel koşullar dengesinin iyi tahlil edilmesi gerekmektedir. Kadın olmanın suç ve utanılacak bir olgu olduğu bir topluma, kadının da şahit olması hakkı tanınıyor. Yine ona miras hakkı veriliyor. Art niyetle bakan bir göz, buradaki milât olabilecek değişikliği görmüyor ve neden iki kadın bir erkeğe denk görülüyor, şeklindeki feveranı yükseltiyor. O dönemdeki her kadın Hz. Hatice gibi ticaret vs. koşullarını bilen bir birey değil ki! Hakk ve adalet ölçüsü gözetiliyor. Şimdinin kadını ne kadar birey ve ne kadar gelişmeleri vs. değerlendirip karar verecek durumda elbette gördüğünü aktaracak güçte, bundan şüphe edilemez! Yukarıda değindiğimiz gibi elbette genellenemez ancak büyük çoğunluk ya cinsel bir meta ya da erkeğin gölgesindeki bir kukla. Evet, Kur’an muazzam bir perspektif vermiştir ve onun kulpundan tutmamız gerekiyor.
Bilindiği gibi Kur’an’ı anlama ve yorumlamanın en önemli yollarından biri karşılıklı etkileşim yoludur. Bir başka ifadeyle okuyucuyla metin arasındaki bir diyalogdur. Martin Buber’in ifadesiyle bir ‘BenSen’ diyaloguna mümin kadın doğrudan doğruya değil de, onun yerine anlamış olan erkeklerin gözüyle kulağıyla geçmektedir. Çünkü gelenek bir gözlük verir insana. Hz. Meryem’e yapılan vurguyu ve mesajı bir kadın vecdî bir boyutta kavrarken, erkek bir müfessir de aynı etkiyi yaratamaz. Söz konusu ayetleri okuyan bir kadın herkesin içinde tabiri caizse bir İsa olduğu, zamanın bilincinde olarak onu çıkartmaya tâlip olması gerektiği mesajını alır. Öte yandan bir erkek müfessir Havva’nın ayartıcılığının altını çizerken, kadın tam bir empatiyle bilgelik ve ölümsüzlük ağacına uzanmanın bedeliyle birlikte tam olarak var olma ya da insan olma anlamına geldiğini kavramaya başlar. Tam da bu sırada bütünlüğü dahası sevgiyi fark eder. Erkek de dünyayı kendisiyle gördüğü kadını tanır. Esasında bu sayede o, kendisindeki eksikliği kadınla tamamlayarak kendini sevme ve fark etme fırsatını yakalar. Kısacası her ikisi de kendi sınırlarını diğeri sayesinde bulduğu gibi ötekinde doğma imkânını da yakalamış olur.
Ruhsal ve bedensel bütünlüğü, dahası eş olmayı izah eden tablolar, toplumsal, kültürel vb. hususlarda erkeğin egemen olacağı anlamına gelemez. Eğer böyle olmasaydı Kur’an Hz. Meryem’in, Hz. Asiye’nin ve Belkıs’ın ve Âli İmran’ın büyüklük ve liderliklerini kabul etmezdi. Açıkçası bu modeller, hem erkek hem de kadınlar içindir. Yani o, iyi özelliklerle techiz edilmiş bu kadınların, diğer kadınlardan ve erkeklerden önceliğine ve üstünlüğüne işaret etmiştir. Açıkçası kadın ve erkek arasındaki biyolojik ve cinsel farklılığın, toplumsal, kültürel ve siyasi bir farklılığa dönüştürülmesine ifade ettiğimiz modeller ve daha niceleri meydan okur.
Aslında Kur’an, kadının ayartıcılığı konusunu düzelten nihaî mesajdır. Zira Tevrat’ta yılanın Havva’yı, onun da Âdem’i kandırdığı belirtilirken (Tekvin, 3), Kur’an’da şeytanın ikisinin içine de vesvese soktuğu (A’raf, 20), ikisinin de hataya düştüğü (Bakara, 36) söylenmektedir. Yani nefse uyma bakımından ikisi de aynı derecede sorumludur. Öte yandan Tevrat’ta Âdem eşyaya isim verirken ilk kadına da Havva adını vermiştir (Tekvîn,20).
Allah’ın ilk insana kendi öğrettiği isimleri onun takdirine göre bütün varlıkları adlandırma imkânı vermesi, Âdem’e dünya yüzünde hükümranlık verdiği anlamına gelir. Havva’ya isim verdiği için onun üstünde de egemen demektir. Oysa Kur’an’da Âdem’in eşine isim vermesine rastlanmaz. Eğer Havva’ya isim vermiş olsaydı, geleneksel kadın anlayışı için iyi bir dayanak olabilirdi. Ancak durum böyle değildir.
Kadının isyankâr, entrikacı ve huysuz olarak tanımlanması, acaba evrensel kadın doğasına mı işaret ediyor, yoksa kadın olarak dünyaya gelmenin bir bahtsızlık olduğu bir toplumdaki kadının olumsuz özelliklerinin zuhur ettirilmesinin bir sonucunu mu tasvir ediyor? Psikolojinin diliyle konuşursak, kendini gerçekleştirme fırsatı verilmeyen kadın, elbette tanımlandığı hâlindekipotansiyellerini bir güç olarak kullanacaktır. Mevlânâ, “Fîhi Mâ Fîh” adlı eserinde kadının erkeğin sabır egzersizi olduğunu söyler. İkinci ifadede o, yaşadıkları kültür ve geleneğin ürettiği kadına işaret etmektedir. Tercih bizim. Kadının kendi ekseni etrafında dönen bir kutup olmasına izin verirsek, kendi ışığını yansıtırken bizi de aydınlatır. Onu siyah perdeler arkasına gömüp, nuranî ışığın süzmesine müsaade etmezsek, sadece o değil, hepimiz karanlıkta kalırız.