Tevrat’ta anlatılan bir kıssa vardır. İki kadın aynı çocukla ilgili annelik iddiasında bulunur. Dava Hz. Süleyman’a kadar intikal eder. Durumun hassasiyetinin farkında olan Hz. Süleyman, gerçek anneyi tespit etme imkânları olmadığı için çocuğu kılıçla ikiye bölmeyi teklif eder. Kadınlardan biri hemen davadan vazgeçer. Hz. Süleyman çocuğu, davadan vazgeçen kadına verir. Çünkü, ancak çocuğun zarar görmesini istemediği için hakkından vazgeçen kadın, gerçek anne olabilir.
Brecht ise “Kafkas Tebeşir Dairesi” adlı oyunda biyolojik annenin değil, çocuğu büyüten, ona emek veren kadının, çocuğun canı yanmaması için davadan vazgeçtiği bir hikâye anlatır. Valinin karısı, çocuğu hizmetçiye bırakıp kaçar. Yıllar sonra geri döner ve çocuğun kendisinin olduğunu iddia eder. Hâkim ise tebeşirle bir daire çizer ve çocuğu, onu kendi tarafına çekmeyi başaran kadına vereceğini söyler. Çocuğu büyü ona emek veren hizmetçi kadına verir. Brecht bir Çin hikâyesinden mülhem bu hikâyedeki sembolizm üzerinden, emeğin hak sahibi olduğunu vurgular.
Her iki durumda da kadınlar haklı oldukları bir davadan, sevdikleri, korudukları bir varlık zarar görmesin diye vazgeçerler. Onlar için haklı olmak değil, hayatı korumak daha önceliklidir. Bu durumu, her ne kadar ikinci hikâyedeki kadın bakıcıanne de olsa, annelikle bağlantılı olarak değerlendirmek mümkündür. Bu açıdan bakıldığında bütün kadın davranışları, “annece düşünme” çerçevesinde şekillenir denilebilir. “Annece düşünme”de hâkim olan husus, bakım etiği ve hayata saygı prensibidir. Bu nedenle kadınların muhakemelerinde, gündelik dünyaya dönük temel bir saygı ve çevresel bir bağlam hâkimdir. Yani kadınlar, çevrelerindeki olayların içinden hareket etmeye, onlara daha duyarlı yaklaşmaya, çeşitlilik ve gerçekliklerin değerini kabul etmeye erkeklerden daha gönüllüdürler. Yani kadınlarla erkekler arasında ciddi bir tavır farklılığı görülür.
Kadınlar ve erkekler arasındaki bu tavır farklılığını, toplumsal ve kültürel düzeyden daha ileri götürenler de vardır. Onlara göre kadınla erkek arasında sadece toplumsal düzeyde değil, ahlâkî tavır alışta da temel bir farklılık söz konusudur.
Meselâ Caroll Gilligan, yukarıda bahsi geçen ve Tevrat’ta yer alan kıssadaki kadının tavrı ile Hz. İbrahim’in Allah’ın emri doğrultusunda oğlunu kurban etmeye razı oluş tavrını karşılaştırır. Ona göre bu iki tavır, tipik kadın ve erkek tavrı olarak analiz edilebilir. Bu analize göre, kadınlar hayat uğruna hakikati feda etmeyi göze alırlar. Nitekim anne, haklı olduğu halde sadece çocuğun hayatı tehlikeye girmesin diye hakkından vazgeçer. Tam aksine erkeklerse hakikat (Tanrı’nın emri) için hayatı feda etmeyi göze alırlar. Nitekim Hz. İbrahim, Allah’ın emrini yerine getirmek için oğlunu öldürmeye teşebbüs eder. Yani der Gilligan, kadınlar hayatı, erkeklerse kuralları, emirleri ya da bunlarda var olduğunu düşündükleri hakikati, ilkeleri öncelerler.
Ahlâkî davranışların niteliğini araştıran Gilligan, yaptığı bir dizi mülâkatı değerlendirirken bu iki kıssaya da atıfta bulunarak etik tepkilerin, kadınlar ve erkekler arasında önemli ölçüde farklılaştığını söyler. Ona göre kadınlar, ahlâkî kararlarını haklar çerçevesinde almaktan ziyade, ilişkiler çerçevesinde alırlar. Yani “kadınların ahlâkî karar alma süreçleri, bağlam odaklı olarak şekillenir.”
Bindokuzyüz seksen sonrası kültürel feminist akım da buna benzer bir görüş dile getirir. Bu görüşü dillendirenler, Aydınlanmanın tabiata hâkim olma iddiasındaki egemen özne yaklaşımını eleştirirken, kadınların emperyalist olmayan, yaşam yanlısı ve yaşamın somut ayrıntılarına saygılı bir etiğe sahip olduklarını savunurlar. Kadınların sahip olduğu bu bağlamsal yaklaşım, ataerkil öznenin sebep olduğu ve hâkimiyet iddiasından kaynaklanan yıkımlara karşı tek çaredir, onlara göre. Ekofeminizm de benzer bir iddiaya dayanır: Tabiatı tahrip eden değil, onun seslerini dinleyen ve onunla uyumlu bir ilişkinin peşinde olanlar, hep kadınlardır.
Hatta yeni feminist düşünce ile yeni fizik arasında bağlantı kuranlar da vardır. Robin Morgan’a göre kadınlar, yeni fiziğin ortaya koyduğu dünya görüşüne yüzyıllardır sahiptirler
Freedom, 1982). Çünkü kadınlar ilişkisel ve çevresel bağlamlardaki kavramlar içinden bakarlar. Onların birincil değeri, hayata saygıdır.
Kadınların gündelik hayatta daha ilişki ağırlıklı düşündüğü, genelde kabul gören bir tespittir. Günümüzde siyasete kadın eli değmeli diyen görüş de bu tespitten hareket ediyor. Söz konusu bakım etiği nedeniyle kadınların daha barışçı ve rekabetten uzak bir tavır sergileyeceği kanaati tartışmasız genel kabul görüyor. Bunun yanı sıra feministler, kadınların bağlamsal ve ilişkisel düşündükleri, bakım ve hayatın devamlılığını önceledikleri için ‘Öteki’nin gerçekliğine saygı açısından da daha avantajlı bir konumda olduklarını iddia ederler.
Fakat “annece düşünme”nin, daha yüksek bir ahlâkî düzeye sahip olmaksızın tek başına ötekine saygıya ne kadar yardımcı olduğu, oldukça tartışmalı bir iddiadır. Zira kendi çocukları için başkalarının çocuklarını feda etme, hiç de seyrek rastlanır bir durum değildir. Tek başına kadın olmanın daha barışçıl, daha insanî, bir tavrın garantisi olamayacağını, toplumsal ve siyasal pratikler de gösteriyor. Irak işgali esnasında Amerikalı kadın askerlerin barışçıl kadın tavrı ile bağdaştırılması mümkün olmayan davranışları, özellikle işkenceci Lyndy England’ın şahsında somutlaşmıştı.
Yukarıdaki hikâyeler üzerinden gidecek olursak, kadınların etik tepkileri ile ilgili değerlendirmede ihmal edilen ya da gözden kaçan bir husus var. Hem Kitabı Mukaddes kıssasında, hem de Brecht’in “Kafkas Tebeşir Dairesi” hikâyesinde bir de öteki kadınlar var. Hz. Süleyman’ın çocuğu kılıçla ikiye bölelim teklifine itiraz etmeyen, çocuğu, tebeşirle çizilen dairenin dışına çıkarabilmek için kolunu çekiştiren diğer kadınlar. Bu da gösteriyor ki, bakım etiği ve annece düşünme daha ziyade kadınca bir tavır da olsa bütün kadın cinsini kapsayacak denli genellemeye izin verecek bir açıklama değil.
Aslında kadınların gündelik hayata dair kararlar alırken, ilişkileri, bağlamı ve süreçleri daha çok dikkate alan değerlendirmeler yaptığını, kavramsal bir çerçeveye ihtiyaç duymadan da gözlemlemiştir pek çoğumuz. Bu açıdan bakıldığında Gilligan’ın kadın ve erkek arasında etik tepkilerin farklılaşacağına dair görüşü doğru kabul edilebilir. Fakat gündelik hayatla ilgili değer yargıları ile dünyanın tabiatı, insanın gayesi gibi felsefî meseleleri bir tutmak yanlış olur. Çünkü, yaşanan gerçekliğin hay huyu içinde şekillenen tepkilerde kadınla erkek arasında bir farklılık söz konusu olabilir, ama hakikatle ilgili metafizik değerlendirmelerde kadınla erkek arasında temel bir farklılık olduğunu iddia etmek, çok daha başka bir şeydir.
Nitekim akademik feminizm, bu farklılık iddasını bilgi ve hakikat anlayışına kadar götürür. Akademik feminizm, “kadın düşüncesi”nin kategorik olarak erkek düşüncesinden farklı olduğu görüşünden hareket eder. Bu nedenle de erkeklerin kadınlar hakkında söyleyecekleri bir şeyleri olmadığını iddia ederler. Bu bakışa göre kadınerkek farkı, sadece cinslerin kendilerine özgü meselelere yönelmeleri şeklinde bir sonuç vermez. Aynı zamanda temelde kavramları ele alış tarzlarını da etkiler. Söylediklerine bakılırsa, bilgi de cinsiyet bağımlıdır; neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar vermek, cinsiyet farkına göre değişir. Böyle olunca kadınların ve erkeklerin “hakikat”i de farklı olacaktır. Kadın merkezli din yorumu ile ilgili tartışmaları, siyasal muhtevasının yanı sıra bir de bu farklılık vurgusu üzerinden okumak gerekmektedir.
Çünkü özellikle son elli yıldır ‘kadın bakış açısı’ kavramının, gündelik hayattan bilim felsefesine ve en son olarak da dinin anlaşılması ve yaşanmasına uygulandığı bir döneme şahitlik ediyoruz. Gündelik hayattaki farklı tavır alışlarda, fıtrî farklılıklardan ve toplumsal ihtiyaçlardan kaynaklanan rol dağılımlarında, dinin teferruatında ve bazı dinî uygulamalarda kadınla erkek arasında birtakım farklılıkların olduğu herkesin malumu.
Fakat kadınla erkek arasında hakikatin algılanması bağlamında varoluşsal boyutta bir farklılık olduğunu iddia etmek, tevhidî anlayışla tevil edilmesi mümkün olmayan bir yaklaşımdır. Bu sebeple her ne kadar itikadı değil uygulamayı vurgulayan bir terkip ise de “kadın dindarlığı” gibi bir kavramlaştırma, sorgulamaksızın kabul edilmemelidir. Çünkü “kadın”ı merkeze alan toplumsal, siyasal ve felsefî analizlerden yola çıkarak vahyin muhatabı olan insanı da kadın ve erkek diye uzlaşmaz kategorilere ayırmak, varoluşsal açıdan ciddi bir sorun teşkil eder. Elbette tüm bunları söylerken yaratılışın çiftler halinde oluşunun hikmetini, bunun Allah Teâlâ’nın celâl ve cemal sıfatlarının bir tezahürü olduğu gerçeğini de göz ardı etmemek gerekir.
Diğer taraftan bir kavram tedavüle sokulduğunda, arka plânındaki tarihsel bagaj da dikkate alınmalıdır. Mesela ‘kadın dindarlığı’ gibi bir kavram, kadınlar ve din ilişkisinin çözümlenemez mahiyetiyle ilgili çağrışımları da beraberinde taşımaktadır. “Kadın ve din”, aralarında sanki zımnî bir karşıtlık varmış gibi bir terkipte ele alınıyor nicedir. Dinlerin, özellikle tek tanrılı dinlerin kadınları, erkeklere nazaran ikincil kabul ettiği; dinî uygulamalar ve bu kabule dayanan geleneksel anlayışın kadınlar için özgürlüğü kısıtlayıcı, eşitliği engelleyici bir neticeye yol açtığı şeklinde bir iddia açıktan dile getiriliyor. Alman Hindolog Moriz Winternitz’in şu tespiti, özellikle akademik camiada hâkim olan bu kanının genel bir ifadesi gibi; “Kadınlar her zaman dinin en iyi dostları olmuştur, fakat din genellikle kadınlara dost olmamıştır.”
Bu ön kabul nedeniyle kadınların hak arayışı ile din arasında hep gerilimli bir ilişki var olmuştur.
19. yüzyılın feministleri kadın hakları ile ilgili bir mücadeleye girdiklerinde Aydınlanmanın temel felsefesine yaslanıyorlardı. Yani artık Tanrı’nın insanlar için bir yol gösterdiği, kadın erkek ve yaratıcı arasındaki ilişkilerin bir üst merciden düzenlendiği bir anlayış kabul edilemezdi. Bu süreçtekadın haklarını savunanlardan pek çoğu dini tamamen reddederken bazıları da erkeklerin tarih boyunca dini kadınlar aleyhine yorumladığı ön kabulünden yola çıkarak “Kadın İncili” yazdılar. Maria Magdelena’yı ön plâna çıkaran, Tanrı’nın kendisini bir oğulda temsil etmesini eleştiren bir feminist yazın ortaya çıktı.
İlâhiyat açısından bakıldığında tanrının bir erkekte tecessüm ettiği Hristiyanlık anlayışının böyle bir tepki görmesini normal karşılayabiliriz. Fakat uhrevî olanı tamamen reddeden, kendi anlamlılığını kendisi bulmaya niyetlenen modern insanın diğer dinlere ilişkin tavrında da pek bir farklılık söz konusu değildir. ‘Dinler kadınlar için ezicidir’ anlayışı kadın özgürleşmesi hareketinin temel kabullerinden biridir. Söz konusu din İslâm olduğunda bu kısıtlayıcılık ve “kadınların ezilmişliği” söyleminin arkasında koskoca bir oryantalist külliyat da yer alır. Kadın ve din kavramlarını bir arada kullanırken bütün bu tarihsel geçmişin izlerini de yanımıza çağırıyoruz aslında.
Bugün gelinen noktada dinin yeniden yorumlanması gibi siyasi bir mevzuda “kadın bakış açısı”nın devreye girmesi, kadınların dini/erkeklerin dini gibi ilk bakışta pek çok kişinin “bu kadar da değil” diyeceği bir ayrımı gündeme getirmektedir. Ve bu ayrım, ilmihal düzeyi diyebileceğimiz gündelik hayattaki tepkiler ve davranışlardaki farklılığı, insanın yeryüzündeki hakikati, vahye muhataplık, nübüvvet gibi varoluşsal düzeye taşımak anlamına da gelmektedir.
Yukarıdaki kıssalarla ilgili yorumları tekrar hatırlayacak olursak şöyle diyebiliriz: Hayat ve hakikat gibi varoluşsal açıdan merkezi bir konuda, erkekler ile kadınların ahlâkî tavırlarını, etik tepkilerini, uzlaşmaz bir farklılığa mahkum etmek çok ciddi bir iddiadır. Bu iddianın hem tevhidi (birlik) temel alan dini anlayış açısından, hem de ortak insanlık hakikati açısından kabul edilemezliğini, cinsiyetçi dil tuzağına düşmeden ortaya koymak, “vasat ümmet” sorumluluğunu üstlenen bizler için bir zarurettir.
Nazife Şişman
Brecht ise “Kafkas Tebeşir Dairesi” adlı oyunda biyolojik annenin değil, çocuğu büyüten, ona emek veren kadının, çocuğun canı yanmaması için davadan vazgeçtiği bir hikâye anlatır. Valinin karısı, çocuğu hizmetçiye bırakıp kaçar. Yıllar sonra geri döner ve çocuğun kendisinin olduğunu iddia eder. Hâkim ise tebeşirle bir daire çizer ve çocuğu, onu kendi tarafına çekmeyi başaran kadına vereceğini söyler. Çocuğu büyü ona emek veren hizmetçi kadına verir. Brecht bir Çin hikâyesinden mülhem bu hikâyedeki sembolizm üzerinden, emeğin hak sahibi olduğunu vurgular.
Her iki durumda da kadınlar haklı oldukları bir davadan, sevdikleri, korudukları bir varlık zarar görmesin diye vazgeçerler. Onlar için haklı olmak değil, hayatı korumak daha önceliklidir. Bu durumu, her ne kadar ikinci hikâyedeki kadın bakıcıanne de olsa, annelikle bağlantılı olarak değerlendirmek mümkündür. Bu açıdan bakıldığında bütün kadın davranışları, “annece düşünme” çerçevesinde şekillenir denilebilir. “Annece düşünme”de hâkim olan husus, bakım etiği ve hayata saygı prensibidir. Bu nedenle kadınların muhakemelerinde, gündelik dünyaya dönük temel bir saygı ve çevresel bir bağlam hâkimdir. Yani kadınlar, çevrelerindeki olayların içinden hareket etmeye, onlara daha duyarlı yaklaşmaya, çeşitlilik ve gerçekliklerin değerini kabul etmeye erkeklerden daha gönüllüdürler. Yani kadınlarla erkekler arasında ciddi bir tavır farklılığı görülür.
Kadınlar ve erkekler arasındaki bu tavır farklılığını, toplumsal ve kültürel düzeyden daha ileri götürenler de vardır. Onlara göre kadınla erkek arasında sadece toplumsal düzeyde değil, ahlâkî tavır alışta da temel bir farklılık söz konusudur.
Meselâ Caroll Gilligan, yukarıda bahsi geçen ve Tevrat’ta yer alan kıssadaki kadının tavrı ile Hz. İbrahim’in Allah’ın emri doğrultusunda oğlunu kurban etmeye razı oluş tavrını karşılaştırır. Ona göre bu iki tavır, tipik kadın ve erkek tavrı olarak analiz edilebilir. Bu analize göre, kadınlar hayat uğruna hakikati feda etmeyi göze alırlar. Nitekim anne, haklı olduğu halde sadece çocuğun hayatı tehlikeye girmesin diye hakkından vazgeçer. Tam aksine erkeklerse hakikat (Tanrı’nın emri) için hayatı feda etmeyi göze alırlar. Nitekim Hz. İbrahim, Allah’ın emrini yerine getirmek için oğlunu öldürmeye teşebbüs eder. Yani der Gilligan, kadınlar hayatı, erkeklerse kuralları, emirleri ya da bunlarda var olduğunu düşündükleri hakikati, ilkeleri öncelerler.
Ahlâkî davranışların niteliğini araştıran Gilligan, yaptığı bir dizi mülâkatı değerlendirirken bu iki kıssaya da atıfta bulunarak etik tepkilerin, kadınlar ve erkekler arasında önemli ölçüde farklılaştığını söyler. Ona göre kadınlar, ahlâkî kararlarını haklar çerçevesinde almaktan ziyade, ilişkiler çerçevesinde alırlar. Yani “kadınların ahlâkî karar alma süreçleri, bağlam odaklı olarak şekillenir.”
Bindokuzyüz seksen sonrası kültürel feminist akım da buna benzer bir görüş dile getirir. Bu görüşü dillendirenler, Aydınlanmanın tabiata hâkim olma iddiasındaki egemen özne yaklaşımını eleştirirken, kadınların emperyalist olmayan, yaşam yanlısı ve yaşamın somut ayrıntılarına saygılı bir etiğe sahip olduklarını savunurlar. Kadınların sahip olduğu bu bağlamsal yaklaşım, ataerkil öznenin sebep olduğu ve hâkimiyet iddiasından kaynaklanan yıkımlara karşı tek çaredir, onlara göre. Ekofeminizm de benzer bir iddiaya dayanır: Tabiatı tahrip eden değil, onun seslerini dinleyen ve onunla uyumlu bir ilişkinin peşinde olanlar, hep kadınlardır.
Hatta yeni feminist düşünce ile yeni fizik arasında bağlantı kuranlar da vardır. Robin Morgan’a göre kadınlar, yeni fiziğin ortaya koyduğu dünya görüşüne yüzyıllardır sahiptirler
Freedom, 1982). Çünkü kadınlar ilişkisel ve çevresel bağlamlardaki kavramlar içinden bakarlar. Onların birincil değeri, hayata saygıdır.
Kadınların gündelik hayatta daha ilişki ağırlıklı düşündüğü, genelde kabul gören bir tespittir. Günümüzde siyasete kadın eli değmeli diyen görüş de bu tespitten hareket ediyor. Söz konusu bakım etiği nedeniyle kadınların daha barışçı ve rekabetten uzak bir tavır sergileyeceği kanaati tartışmasız genel kabul görüyor. Bunun yanı sıra feministler, kadınların bağlamsal ve ilişkisel düşündükleri, bakım ve hayatın devamlılığını önceledikleri için ‘Öteki’nin gerçekliğine saygı açısından da daha avantajlı bir konumda olduklarını iddia ederler.
Fakat “annece düşünme”nin, daha yüksek bir ahlâkî düzeye sahip olmaksızın tek başına ötekine saygıya ne kadar yardımcı olduğu, oldukça tartışmalı bir iddiadır. Zira kendi çocukları için başkalarının çocuklarını feda etme, hiç de seyrek rastlanır bir durum değildir. Tek başına kadın olmanın daha barışçıl, daha insanî, bir tavrın garantisi olamayacağını, toplumsal ve siyasal pratikler de gösteriyor. Irak işgali esnasında Amerikalı kadın askerlerin barışçıl kadın tavrı ile bağdaştırılması mümkün olmayan davranışları, özellikle işkenceci Lyndy England’ın şahsında somutlaşmıştı.
Yukarıdaki hikâyeler üzerinden gidecek olursak, kadınların etik tepkileri ile ilgili değerlendirmede ihmal edilen ya da gözden kaçan bir husus var. Hem Kitabı Mukaddes kıssasında, hem de Brecht’in “Kafkas Tebeşir Dairesi” hikâyesinde bir de öteki kadınlar var. Hz. Süleyman’ın çocuğu kılıçla ikiye bölelim teklifine itiraz etmeyen, çocuğu, tebeşirle çizilen dairenin dışına çıkarabilmek için kolunu çekiştiren diğer kadınlar. Bu da gösteriyor ki, bakım etiği ve annece düşünme daha ziyade kadınca bir tavır da olsa bütün kadın cinsini kapsayacak denli genellemeye izin verecek bir açıklama değil.
Aslında kadınların gündelik hayata dair kararlar alırken, ilişkileri, bağlamı ve süreçleri daha çok dikkate alan değerlendirmeler yaptığını, kavramsal bir çerçeveye ihtiyaç duymadan da gözlemlemiştir pek çoğumuz. Bu açıdan bakıldığında Gilligan’ın kadın ve erkek arasında etik tepkilerin farklılaşacağına dair görüşü doğru kabul edilebilir. Fakat gündelik hayatla ilgili değer yargıları ile dünyanın tabiatı, insanın gayesi gibi felsefî meseleleri bir tutmak yanlış olur. Çünkü, yaşanan gerçekliğin hay huyu içinde şekillenen tepkilerde kadınla erkek arasında bir farklılık söz konusu olabilir, ama hakikatle ilgili metafizik değerlendirmelerde kadınla erkek arasında temel bir farklılık olduğunu iddia etmek, çok daha başka bir şeydir.
Nitekim akademik feminizm, bu farklılık iddasını bilgi ve hakikat anlayışına kadar götürür. Akademik feminizm, “kadın düşüncesi”nin kategorik olarak erkek düşüncesinden farklı olduğu görüşünden hareket eder. Bu nedenle de erkeklerin kadınlar hakkında söyleyecekleri bir şeyleri olmadığını iddia ederler. Bu bakışa göre kadınerkek farkı, sadece cinslerin kendilerine özgü meselelere yönelmeleri şeklinde bir sonuç vermez. Aynı zamanda temelde kavramları ele alış tarzlarını da etkiler. Söylediklerine bakılırsa, bilgi de cinsiyet bağımlıdır; neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar vermek, cinsiyet farkına göre değişir. Böyle olunca kadınların ve erkeklerin “hakikat”i de farklı olacaktır. Kadın merkezli din yorumu ile ilgili tartışmaları, siyasal muhtevasının yanı sıra bir de bu farklılık vurgusu üzerinden okumak gerekmektedir.
Çünkü özellikle son elli yıldır ‘kadın bakış açısı’ kavramının, gündelik hayattan bilim felsefesine ve en son olarak da dinin anlaşılması ve yaşanmasına uygulandığı bir döneme şahitlik ediyoruz. Gündelik hayattaki farklı tavır alışlarda, fıtrî farklılıklardan ve toplumsal ihtiyaçlardan kaynaklanan rol dağılımlarında, dinin teferruatında ve bazı dinî uygulamalarda kadınla erkek arasında birtakım farklılıkların olduğu herkesin malumu.
Fakat kadınla erkek arasında hakikatin algılanması bağlamında varoluşsal boyutta bir farklılık olduğunu iddia etmek, tevhidî anlayışla tevil edilmesi mümkün olmayan bir yaklaşımdır. Bu sebeple her ne kadar itikadı değil uygulamayı vurgulayan bir terkip ise de “kadın dindarlığı” gibi bir kavramlaştırma, sorgulamaksızın kabul edilmemelidir. Çünkü “kadın”ı merkeze alan toplumsal, siyasal ve felsefî analizlerden yola çıkarak vahyin muhatabı olan insanı da kadın ve erkek diye uzlaşmaz kategorilere ayırmak, varoluşsal açıdan ciddi bir sorun teşkil eder. Elbette tüm bunları söylerken yaratılışın çiftler halinde oluşunun hikmetini, bunun Allah Teâlâ’nın celâl ve cemal sıfatlarının bir tezahürü olduğu gerçeğini de göz ardı etmemek gerekir.
Diğer taraftan bir kavram tedavüle sokulduğunda, arka plânındaki tarihsel bagaj da dikkate alınmalıdır. Mesela ‘kadın dindarlığı’ gibi bir kavram, kadınlar ve din ilişkisinin çözümlenemez mahiyetiyle ilgili çağrışımları da beraberinde taşımaktadır. “Kadın ve din”, aralarında sanki zımnî bir karşıtlık varmış gibi bir terkipte ele alınıyor nicedir. Dinlerin, özellikle tek tanrılı dinlerin kadınları, erkeklere nazaran ikincil kabul ettiği; dinî uygulamalar ve bu kabule dayanan geleneksel anlayışın kadınlar için özgürlüğü kısıtlayıcı, eşitliği engelleyici bir neticeye yol açtığı şeklinde bir iddia açıktan dile getiriliyor. Alman Hindolog Moriz Winternitz’in şu tespiti, özellikle akademik camiada hâkim olan bu kanının genel bir ifadesi gibi; “Kadınlar her zaman dinin en iyi dostları olmuştur, fakat din genellikle kadınlara dost olmamıştır.”
Bu ön kabul nedeniyle kadınların hak arayışı ile din arasında hep gerilimli bir ilişki var olmuştur.
19. yüzyılın feministleri kadın hakları ile ilgili bir mücadeleye girdiklerinde Aydınlanmanın temel felsefesine yaslanıyorlardı. Yani artık Tanrı’nın insanlar için bir yol gösterdiği, kadın erkek ve yaratıcı arasındaki ilişkilerin bir üst merciden düzenlendiği bir anlayış kabul edilemezdi. Bu süreçtekadın haklarını savunanlardan pek çoğu dini tamamen reddederken bazıları da erkeklerin tarih boyunca dini kadınlar aleyhine yorumladığı ön kabulünden yola çıkarak “Kadın İncili” yazdılar. Maria Magdelena’yı ön plâna çıkaran, Tanrı’nın kendisini bir oğulda temsil etmesini eleştiren bir feminist yazın ortaya çıktı.
İlâhiyat açısından bakıldığında tanrının bir erkekte tecessüm ettiği Hristiyanlık anlayışının böyle bir tepki görmesini normal karşılayabiliriz. Fakat uhrevî olanı tamamen reddeden, kendi anlamlılığını kendisi bulmaya niyetlenen modern insanın diğer dinlere ilişkin tavrında da pek bir farklılık söz konusu değildir. ‘Dinler kadınlar için ezicidir’ anlayışı kadın özgürleşmesi hareketinin temel kabullerinden biridir. Söz konusu din İslâm olduğunda bu kısıtlayıcılık ve “kadınların ezilmişliği” söyleminin arkasında koskoca bir oryantalist külliyat da yer alır. Kadın ve din kavramlarını bir arada kullanırken bütün bu tarihsel geçmişin izlerini de yanımıza çağırıyoruz aslında.
Bugün gelinen noktada dinin yeniden yorumlanması gibi siyasi bir mevzuda “kadın bakış açısı”nın devreye girmesi, kadınların dini/erkeklerin dini gibi ilk bakışta pek çok kişinin “bu kadar da değil” diyeceği bir ayrımı gündeme getirmektedir. Ve bu ayrım, ilmihal düzeyi diyebileceğimiz gündelik hayattaki tepkiler ve davranışlardaki farklılığı, insanın yeryüzündeki hakikati, vahye muhataplık, nübüvvet gibi varoluşsal düzeye taşımak anlamına da gelmektedir.
Yukarıdaki kıssalarla ilgili yorumları tekrar hatırlayacak olursak şöyle diyebiliriz: Hayat ve hakikat gibi varoluşsal açıdan merkezi bir konuda, erkekler ile kadınların ahlâkî tavırlarını, etik tepkilerini, uzlaşmaz bir farklılığa mahkum etmek çok ciddi bir iddiadır. Bu iddianın hem tevhidi (birlik) temel alan dini anlayış açısından, hem de ortak insanlık hakikati açısından kabul edilemezliğini, cinsiyetçi dil tuzağına düşmeden ortaya koymak, “vasat ümmet” sorumluluğunu üstlenen bizler için bir zarurettir.
Nazife Şişman