Yeryüzünde “Allah’ın evi” olarak nitelendirilen ve Rahman olan Allah’ın misafirlerinin her yıl konuk oldukları Kâbe; bir anlamda eşya ve maddenin tükenip, ruh ve mananın başladığı bir kapı. Siyah örtüsüyle, her an beyazlara bürünmüş insanları kendine çeken, cazibesiyle etrafında döndüren, çokluğu birlikte buluşturan kutsal mekân. Yeryüzünün neresinde olursa olsun, ilahi marifete erme yolunda insani sorumluluğun geçit noktalarından biri. Dillerinde “Lebbeyk” olan insanlar nura koşan kelebekler misali, bu kutsal evin etrafında dönüyorlar. Ve beyaz, gecenin içinde kaybolan gündüz gibi o siyahla bütünleşiyor ve sanki içinde eriyip yok oluyor.
Kâbe’ye yönelmek, bir bakıma Allah’a yönelmekle aynı anlama geliyor. Bir Tevhit Mabedi’nde, Allah’ın ihtişamını; kalbinde, zihninde, duyularında, her taş ve kum parçacığının yüzünde, vadide, çölde ve esrarlı ufuklarda hissediyorsun. Sanki manyetik bir alanda bir demir parçasısın veya Mirac’a giden yolun üzerinde göğe doğru uçan bir milyon beyaz kuşun arasındasın. Allah’tan başka kimseyi görmüyorsun. Tek “O” var. Tek gerçek “O”, “O”nun dışında her şey sahte. İnsanı insan yapan İlahî Ruh (üfürülmüş ruh) nefis ve madde perdelerinin altında kalmış, üzerini örten karanlıklar altında varlığı hissettiremez olmuştur. Kâbe etrafında yapılan her tavafta kesafet perdeleri birer birer sıyrılmakta, ilahî ruhu örten katmanlar teker teker dökülmekte, Ruh ile Aslı arasında keyfiyetsiz bir ilişki/vuslat kurulmaktadır. Binlerce insanın merkez etrafında dönüp duran bir girdabı andırdığı kitle içinde belirsiz bir damla olma düşüncesi, tavaf edene “Hakk’ta fani olma” hâl ve mutluluğunu yaşatmakta ve tevhidi de kal’den hâl’e geçirmektedir.
Kâbe, kübik mimari “altı yüzü” ile tüm yönleri içine almakta ve böylece yönsüzlüğü/sonsuzluğu remzetmektedir. Siyah örtüsünün ardı/batını ise bütün ilahî tecellilerin yeniden geri dönüp yutuldukları gayp âlemine, yani Allah’ın Zat Hazreti’ne işarettir.
Kâbe Kur’an’ın ifadesiyle insanlık için inşa edilen “tevhit dininin ilk mabedi”dir ve bu mabet “bereketli ve bütün âlemler için bir rehberlik” kaynağıdır (Âli İmran, 96). Aynı zamanda “Apaçık işaretlerle dolu olan bu mabet, içine girenin huzur bulacağı Makamı İbrahim’i de bünyesinde barındırmaktadır.” (Âli İmran, 97).
Kâbe’nin temelleri Hz. İbrahim ve oğlu İsmail tarafından yükseltilmiş, beytin tamamlanmasından sonra “mabedin temizliği” ve bütün insanların bu “tevhit mabedine” çağrılma görevi de yine Hz. İbrahim’e verilmiştir (Bakara, 127; Hacc, 2627).
Kâbe her ne kadar Hz. İbrahim’in eliyle yapılmışsa da, bu mabedin Allah’a adanmış ilk mabet olması dolayısıyla, Allah bu mabedi kendi Zât’ına nispet etmek suretiyle sahiplenmiş ve bu sahiplenme “Beytullah” yani “Allah’ın evi” olarak tescil edilmiştir. Bunun yanında Kur’an’da Kâbe’ye; iki ayette “Beytü’lHaram” yani güvenlik evi, iki ayette de “Beytü’l Atîk” yani özgürlük evi anlamında atıf vardır (Maide, 2, 97; Hacc, 29, 33). Kâbe ismi ise Kur’an’da sadece iki yerde zikredilir (Maide, 95, 97).
Hz. Peygamber, bir gün sahabelerine Kâbe’yi göstererek şöyle demiştir:
“Bu ev çok muazzez ve mübarektir, saygı ve takdise layıktır. Ama Allah’a yemin ederim ki sizin şeref, haysiyet ve izzetiniz ondan daha muhteremdir.”
Hz. Peygamberin bu sözü irfani düşünceye esin kaynağı/hareket noktası olmuş, zahirdeki Kâbe’nin bir de işaret ettiği “Hakiki Kâbe” kavramını ortaya çıkarmıştır. Ve bu hakiki Kâbe, insanın kalbi olarak vurgulanmıştır. Bu düşünceyi
Mevlana şöyle seslendirmektedir:
“Mekke’deki Kâbe Azer oğlu Halil’in yaptığı binadır. Hakiki Kâbe olan insan kalbi ise Allah’ın binası ve nazargâhıdır.”
Bir başka sufinin ise, hacca gidenleri uzaktan seyrettikten sonra dilinden şu kelimeler dökülmüştür:
“Şu hacca gidenlerin hâli ne garip. Dereler, tepeler, çöller, denizler, dağlar, diyarlar aşıp geliyorlar. Allah’ın evini, resullerin izlerini görmek için. Halbuki kendi nefs sahralarını aşabilselerdi, orada doğrudan doğruya Allah’ın eserlerini göreceklerdi.”
Kâbe’nin apaçık işaretlerini (âyâtü’nbeyyinât) görebilmek ve Makamı İbrahim’i idrak edebilmek için “yoluna güç yetirebilenin” bu evi ziyaret etmesi yani “hac yapması” bütün insanların Allah’a karşı yerine getirmek zorunda oldukları bir görevdir. Ama bu hakikatten yüz çevirenler şunu bilmelidirler ki: “Allah bütün âlemlere muhtaç olmayacak bir Ganî’dir.” (Âli İmran, 97)
Kâbe’ye yönelmek, bir bakıma Allah’a yönelmekle aynı anlama geliyor. Bir Tevhit Mabedi’nde, Allah’ın ihtişamını; kalbinde, zihninde, duyularında, her taş ve kum parçacığının yüzünde, vadide, çölde ve esrarlı ufuklarda hissediyorsun. Sanki manyetik bir alanda bir demir parçasısın veya Mirac’a giden yolun üzerinde göğe doğru uçan bir milyon beyaz kuşun arasındasın. Allah’tan başka kimseyi görmüyorsun. Tek “O” var. Tek gerçek “O”, “O”nun dışında her şey sahte. İnsanı insan yapan İlahî Ruh (üfürülmüş ruh) nefis ve madde perdelerinin altında kalmış, üzerini örten karanlıklar altında varlığı hissettiremez olmuştur. Kâbe etrafında yapılan her tavafta kesafet perdeleri birer birer sıyrılmakta, ilahî ruhu örten katmanlar teker teker dökülmekte, Ruh ile Aslı arasında keyfiyetsiz bir ilişki/vuslat kurulmaktadır. Binlerce insanın merkez etrafında dönüp duran bir girdabı andırdığı kitle içinde belirsiz bir damla olma düşüncesi, tavaf edene “Hakk’ta fani olma” hâl ve mutluluğunu yaşatmakta ve tevhidi de kal’den hâl’e geçirmektedir.
Kâbe, kübik mimari “altı yüzü” ile tüm yönleri içine almakta ve böylece yönsüzlüğü/sonsuzluğu remzetmektedir. Siyah örtüsünün ardı/batını ise bütün ilahî tecellilerin yeniden geri dönüp yutuldukları gayp âlemine, yani Allah’ın Zat Hazreti’ne işarettir.
Kâbe Kur’an’ın ifadesiyle insanlık için inşa edilen “tevhit dininin ilk mabedi”dir ve bu mabet “bereketli ve bütün âlemler için bir rehberlik” kaynağıdır (Âli İmran, 96). Aynı zamanda “Apaçık işaretlerle dolu olan bu mabet, içine girenin huzur bulacağı Makamı İbrahim’i de bünyesinde barındırmaktadır.” (Âli İmran, 97).
Kâbe’nin temelleri Hz. İbrahim ve oğlu İsmail tarafından yükseltilmiş, beytin tamamlanmasından sonra “mabedin temizliği” ve bütün insanların bu “tevhit mabedine” çağrılma görevi de yine Hz. İbrahim’e verilmiştir (Bakara, 127; Hacc, 2627).
Kâbe her ne kadar Hz. İbrahim’in eliyle yapılmışsa da, bu mabedin Allah’a adanmış ilk mabet olması dolayısıyla, Allah bu mabedi kendi Zât’ına nispet etmek suretiyle sahiplenmiş ve bu sahiplenme “Beytullah” yani “Allah’ın evi” olarak tescil edilmiştir. Bunun yanında Kur’an’da Kâbe’ye; iki ayette “Beytü’lHaram” yani güvenlik evi, iki ayette de “Beytü’l Atîk” yani özgürlük evi anlamında atıf vardır (Maide, 2, 97; Hacc, 29, 33). Kâbe ismi ise Kur’an’da sadece iki yerde zikredilir (Maide, 95, 97).
Hz. Peygamber, bir gün sahabelerine Kâbe’yi göstererek şöyle demiştir:
“Bu ev çok muazzez ve mübarektir, saygı ve takdise layıktır. Ama Allah’a yemin ederim ki sizin şeref, haysiyet ve izzetiniz ondan daha muhteremdir.”
Hz. Peygamberin bu sözü irfani düşünceye esin kaynağı/hareket noktası olmuş, zahirdeki Kâbe’nin bir de işaret ettiği “Hakiki Kâbe” kavramını ortaya çıkarmıştır. Ve bu hakiki Kâbe, insanın kalbi olarak vurgulanmıştır. Bu düşünceyi
Mevlana şöyle seslendirmektedir:
“Mekke’deki Kâbe Azer oğlu Halil’in yaptığı binadır. Hakiki Kâbe olan insan kalbi ise Allah’ın binası ve nazargâhıdır.”
Bir başka sufinin ise, hacca gidenleri uzaktan seyrettikten sonra dilinden şu kelimeler dökülmüştür:
“Şu hacca gidenlerin hâli ne garip. Dereler, tepeler, çöller, denizler, dağlar, diyarlar aşıp geliyorlar. Allah’ın evini, resullerin izlerini görmek için. Halbuki kendi nefs sahralarını aşabilselerdi, orada doğrudan doğruya Allah’ın eserlerini göreceklerdi.”
Kâbe’nin apaçık işaretlerini (âyâtü’nbeyyinât) görebilmek ve Makamı İbrahim’i idrak edebilmek için “yoluna güç yetirebilenin” bu evi ziyaret etmesi yani “hac yapması” bütün insanların Allah’a karşı yerine getirmek zorunda oldukları bir görevdir. Ama bu hakikatten yüz çevirenler şunu bilmelidirler ki: “Allah bütün âlemlere muhtaç olmayacak bir Ganî’dir.” (Âli İmran, 97)