“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn, 95/4)
Kur’an’ın ilk inen âyetleri gerek muhatap gerekse konusu itibariyle insandan bahsetmektedir (Alak, 96/15). Yani yüce Allah’ın kendine muhatap olarak gördüğü varlıkların başında, “ahseni takvîm” üzere yarattığı ve “eşrefi mahlukât” diye nitelendirdiği insan gelmektedir. Belki de insan bu özelliğinden dolayı dağların taşların kaldıramadığı “emanet” yükünü üzerine almış ve sorumluluk sahibi olmuştur (Ahzâb, 33/7273). Allah insanı “başıboş” (Kıyâme, 75/36) ve “boşuna” yaratmamış (Mü’minûn, 23/115) sorumluluğunun tabii sonucu olarak onu yeryüzünün “halife”si kılmıştır (En’âm, 6/165; Bakara, 2/30; Sâd, 38/26; A’râf, 7/69; Neml, 27/62). Kendi elleriyle yarattığı (Sâd, 38/75) insanı belli bir merhaleden sonra “ilâhi nefha” (Hicr, 15/29; Sâd, 38/72) ile de şereflendirmiştir.
İşte konumuz olan insan böylesine değerli bir varlıktır. Allah tarafından tabiatta bulunan her şey önemli bir varlık olan insanın emrine amâde kılınmış (Lokman, 31/20; Nahl, 16/12) ve onun hizmetine sunulmuştur (Hac, 22/3637, 65; Câsiye, 45/12; İbrahim, 14/3233; Lokmân, 31/20). Buna mukabil insan da, bütün bu nimetlerin tabiî sonucu olarak ibadet ve itaatini Allah’a hasredecek, böylece O’nun katında değer bularak (Furkân, 25/77) yaratılış gayesine uygun davranacaktır (Zâriyât, 51/16, 56; Hicr, 15/99).
Tasavvuf erbâbı tarafından insan, âlemi asgar (mikrokozmos), yani âlemin ruhu, sebebi ve illeti olarak görülmektedir. Yine insan, varlık âleminin bütün unsurlarına sahip olduğu için “âlemi suğrâ (küçük âlem)” diye adlandırılmıştır. Nitekim Hz. Ali’nin; “sanırsın ki sen küçük bir varlıksın, Hâlbuki sende büyük bir âlem dürülmüştür.” (İ. Hakkı Bursevî, Lübbü’lLübb, İstanbul 1328, s.13) sözü ile Anadolumuzun gönül sultanlarından Şeyh Galib’in (ö. 1214/1799);
“Hoşça bak zâtına kim zübdei âlemsin sen Merdümei dîdei ekvân olan âdemsin sen!” sözleri buna işaret etmektedir.
O halde önemli bir soruyla karşı karşıya bulunuyoruz. O da bu özelliklere sahip kıymetli varlık olan insanın taşıdığı söz konusu nitelikleri nasıl koruyacağıdır? Şüphesiz bunun yolu Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmek, kullarına merhamet ve adaletle davranmakla mümkündür. Güzel ahlaka sahip olduğumuzda, nefsimizi dizginleyip şeytana da uymadığımız takdirde başlangıçta var olan bu güzel niteliklerimizin devam etmemesi için hiçbir neden yoktur. Böyle davranmayıp nefse uyar, Allah’ın emir ve yasaklarını gözetmez ve şeytanın da hilelerine mağlup olacak bir hayat sürersek, bunun akıbeti hiç de hayır olmayacaktır. Nitekim bunun örneklerini günümüzde çok sık olarak görmekteyiz. Her tarafta açlık, sefalet, gözyaşı, sömürü âdeta hayatı içinden çıkılmaz hâle sokmaktadır.
Unutmayalım ki hiç kimsenin yaptığı bir eserin bozulmasına ve yok olmasına gönlü razı değildir. İşte başlangıçta en güzel biçimde insanı yaratan Allah da kendi kullarının bozulmasına razı olmaz. Bu yüzden de onu bozacak tehlikeli davranışları gönderdiği kitap ve peygamberler vasıtasıyla insanlığa bildirmiştir.
Kur’an’ın ilk inen âyetleri gerek muhatap gerekse konusu itibariyle insandan bahsetmektedir (Alak, 96/15). Yani yüce Allah’ın kendine muhatap olarak gördüğü varlıkların başında, “ahseni takvîm” üzere yarattığı ve “eşrefi mahlukât” diye nitelendirdiği insan gelmektedir. Belki de insan bu özelliğinden dolayı dağların taşların kaldıramadığı “emanet” yükünü üzerine almış ve sorumluluk sahibi olmuştur (Ahzâb, 33/7273). Allah insanı “başıboş” (Kıyâme, 75/36) ve “boşuna” yaratmamış (Mü’minûn, 23/115) sorumluluğunun tabii sonucu olarak onu yeryüzünün “halife”si kılmıştır (En’âm, 6/165; Bakara, 2/30; Sâd, 38/26; A’râf, 7/69; Neml, 27/62). Kendi elleriyle yarattığı (Sâd, 38/75) insanı belli bir merhaleden sonra “ilâhi nefha” (Hicr, 15/29; Sâd, 38/72) ile de şereflendirmiştir.
İşte konumuz olan insan böylesine değerli bir varlıktır. Allah tarafından tabiatta bulunan her şey önemli bir varlık olan insanın emrine amâde kılınmış (Lokman, 31/20; Nahl, 16/12) ve onun hizmetine sunulmuştur (Hac, 22/3637, 65; Câsiye, 45/12; İbrahim, 14/3233; Lokmân, 31/20). Buna mukabil insan da, bütün bu nimetlerin tabiî sonucu olarak ibadet ve itaatini Allah’a hasredecek, böylece O’nun katında değer bularak (Furkân, 25/77) yaratılış gayesine uygun davranacaktır (Zâriyât, 51/16, 56; Hicr, 15/99).
Tasavvuf erbâbı tarafından insan, âlemi asgar (mikrokozmos), yani âlemin ruhu, sebebi ve illeti olarak görülmektedir. Yine insan, varlık âleminin bütün unsurlarına sahip olduğu için “âlemi suğrâ (küçük âlem)” diye adlandırılmıştır. Nitekim Hz. Ali’nin; “sanırsın ki sen küçük bir varlıksın, Hâlbuki sende büyük bir âlem dürülmüştür.” (İ. Hakkı Bursevî, Lübbü’lLübb, İstanbul 1328, s.13) sözü ile Anadolumuzun gönül sultanlarından Şeyh Galib’in (ö. 1214/1799);
“Hoşça bak zâtına kim zübdei âlemsin sen Merdümei dîdei ekvân olan âdemsin sen!” sözleri buna işaret etmektedir.
O halde önemli bir soruyla karşı karşıya bulunuyoruz. O da bu özelliklere sahip kıymetli varlık olan insanın taşıdığı söz konusu nitelikleri nasıl koruyacağıdır? Şüphesiz bunun yolu Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmek, kullarına merhamet ve adaletle davranmakla mümkündür. Güzel ahlaka sahip olduğumuzda, nefsimizi dizginleyip şeytana da uymadığımız takdirde başlangıçta var olan bu güzel niteliklerimizin devam etmemesi için hiçbir neden yoktur. Böyle davranmayıp nefse uyar, Allah’ın emir ve yasaklarını gözetmez ve şeytanın da hilelerine mağlup olacak bir hayat sürersek, bunun akıbeti hiç de hayır olmayacaktır. Nitekim bunun örneklerini günümüzde çok sık olarak görmekteyiz. Her tarafta açlık, sefalet, gözyaşı, sömürü âdeta hayatı içinden çıkılmaz hâle sokmaktadır.
Unutmayalım ki hiç kimsenin yaptığı bir eserin bozulmasına ve yok olmasına gönlü razı değildir. İşte başlangıçta en güzel biçimde insanı yaratan Allah da kendi kullarının bozulmasına razı olmaz. Bu yüzden de onu bozacak tehlikeli davranışları gönderdiği kitap ve peygamberler vasıtasıyla insanlığa bildirmiştir.