Edebiyatımız, tarihi boyunca pek çok şair yetiştirmiştir. Halkımız bunları sevmiş, benimsemiş, eserlerini okumuştur. Fakat bunlardan hiçbiri, Anadolu’da gördükleri itibar ve sevgi açısından Yunus Emre’nin katına yükselememişlerdir. Yunus Emre, Anadolu’da daha özel bir sevginin ve ilginin konusu olmuş, kısacası Yunus adıyla Anadolu özdeşleşmiş, Yunus Anadolu’yu, Anadolu insanı da Yunus’u çok sevmiş ve onu “mübarek” kabul ettiği insanlar katına yükseltmiştir.
Bu sevgi ve ilginin somut tezahürleri bu durumu çok açık bir şekilde gösterir. Halkımız, çocuklarına Yunus’un adını vermiş, hakkında menkıbeler oluşturmuştur. Dahası ona bulundukları yerlerde mezarlar/makamlar yapmıştır. Böylece Yunus Emre’yi tarihin soğuk mahzeninden çıkarıp menkıbelerin sıcak kucağında bugünlere taşımış, inşa ettiği mezar ve makamlarla da kendi toprağında her an görmek, onunla kendi arasında bir aidiyet kurmak istemiştir. Aynı şekilde Yunus’un ilahileri, asırlar boyunca terennüm edilmiş, bütün dinî ve insani değerler, hassasiyetler, onlarla gönüllere nakşedilmiştir.
Yunus Emre ile Anadolu arasındaki bu bütünleşmeyi, başka bir ifadeyle Yunus denilince Anadolu’yu, Anadolu denilince Yunus Emre’yi hatırlıyor oluşumuzun sebebi/sebepleri daha kolay anlaşılacaktır. Bunun için öncelikle Yunus’un yaşadığı dönemdeki Anadolu’nun şartlarına bakmak gerekir.
O çağın Anadolu’su, Haçlı ve Moğol zulmünün bir yangın yerine çevirdiği bir coğrafyadır. Devlet yıkılmış, birlik dağılmıştır. Ölüm, hastalık, kıtlık, yokluk had safhadadır. Felaketin asıl trajedisi ise gönüllerde ve zihinlerde meydana gelmiş, inançlar ve değerler yara almıştır. Böylesi şartların olduğu zamanlarda bir milletin ayağa kalkması sadece siyasi, askerî faaliyetlerle olmaz. Asıl olan yıkılan gönülleri diriltmek, sevginin, barışın, kardeşliğin küllenen ateşini yeniden harlandırmaktır. Bunu ise ancak söz ve gönül ustaları yapabilir. İşte böyle bir dönemde Anadolu’da geceyi gündüze, kışı bahara, yıkılışı dirilişe çeviren üç büyük gönül insanı zuhur eder. Bunlar, İbni Arabî, Mevlana ve Yunus’tur.
Bunların üçü de söz ve gönül mimarıdır. Aynı hakikati temsil, tebliğ ve telkin ederler. Dolayısıyla bu anlamda aralarında bir fark görülemez. Ama bir farklılıktan söz edilecekse –ki edilmelidir bu farklılık, gelinen coğrafyalarda, kullanılan dilde ve üslupta aranmalıdır. İbni Arabi, Anadolu’ya Batı’dan Endülüs’ten gelir. Muhteşem Endülüs medeniyet bahçesinin nadide bir ilim ve irfan çiçeği olarak artık Anadolu’da açacak, Anadolu’da bir ruh rönesansını sağlayacak kitaplarını burada yazacaktır. Fakat dili Arapçadır; dolayısıyla muhatap kitlesi ilim çevresi olacaktır. Mevlana, Anadolu’ya Doğu’nun, Belh’in gönderdiği bir kutup yıldızıdır. O da Anadolu semasında istikametimizi gösteren bir ışık olacaktır. Onun dili ise Farsçadır. Bu yüzden onun muhatapları da daha çok bu dile aşina çevreler olacaktır.
Yunus’a gelince; onun doğuş yeri Anadolu, dili ise Türkçedir. Anadolu ve Yunus konusunda fark, öncelikle bu noktada ortaya çıkar. Buna göre Yunus, bu toprakların maddi ve manevi ikliminin ortaya çıkardığı bir isimdir. İbni Arabî ve Mevlana’nın farklı coğrafyalardan gelmesi ve farklı dilleri kullanmalarını bu bağlamda bir olumsuz durum olarak düşünüyor değiliz. Sonuçta, Anadolu’nun da içinde bulunduğu İslam coğrafyasında bu medeniyetin ortak dillerini temsil etmektedirler her biri… Nitekim Yunus da bu dillerden şiirlerine kelime alarak “altın bir sentez”i gerçekleştirir. Ama Anadolu’da doğmak ve Türkçe söylüyor olmak, o çağın şartları açısından elbette özel bir önem arz eder. İşte Yunus, bu özel durumun çok özel bir ismidir.
Bu özel durum şöyle açıklanabilir. Türkçe, o çağlarda henüz tam anlamıyla bir edebiyat, hele hele bir tefekkür dili hâlinde değildir. İşte Yunus Emre, işlenmemiş bir mücevher hükmündeki bu dili, çok zengin bir edebî ve tefekkür dili hâline getirmiş, Türkçe konuşan bir coğrafyada bu dilin aynı zamanda bir yazı dili olmasını sağlamıştır. Böylece dinin doğru anlaşılması sağlanmış, insanların zihinlerinde ve gönüllerinde kendilerini İslam’la yenileme bilgi ve bilinci gerçekleşmiştir. Yunus, böylece; Mustafa Tatçı’nın çok özlü bir şekilde belirttiği gibi Türkçe’yi bir “aşk ve mana dili” yapmıştır. Biz, onu bu yüzden “İslam’ın derinliği ve Türkçe’nin inceliği” olarak görür hâle gelmişizdir. Bu görüşümüzün nedeninin haklı sebeplerle ilgili olduğunu da şöyle belirtebiliriz. Yunus, din ve ilim dilinin Arapça, saray ve edebiyat dilinin Farsça olduğu bir çağda yaşadı. O, böyle bir dönemde tercihini Türkçeden yana yaptı. Halkın, o dönemde sadece Türkçeyi bildiği ve konuştuğu dikkate alınacak olunursa bunun ne kadar önemli olduğu rahatlıkla anlaşılır. Yunus, hemen bütün şiirlerinde sade Türkçeyi esas alır. Fakat bu noktada onu önemli kılan, bu dili işleyiş ve kullanış biçimidir. Türkçe, onunla sıcak, samimi, canlı ve ışıklı bir dile dönüşür.
Yunus’un dil konusundaki bu şuurlu tavrı, tefekkür noktasında da özel bir duruma tekabül eder. İslam, Yunus’un temellendirdiği tasavvuf anlayışıyla bu coğrafyada özel bir yoruma kavuşmuştur. Böylece Anadolu insanı, İslam’ın özünü, ruhunu, varlık görüşünü kendisine kendi diliyle hitap eden birinden (Yunus’tan) öğrenerek kendini yenileme bilinci kazanmıştır. Bu, sevgiyi esas alan bir anlayıştır. “Yaratılmışı yaratandan ötürü” sevme anlayışıdır. Kardeşlik sesidir. Birlik çağrısıdır. Gönül yapmak esasına dayalıdır. Zorluğa değil “işi kolay kılmaya” yöneliktir. “Dava”yı, “kavga”yı değil, “mana”yı, “barış”ı öne çıkarır. Yunus, bu tavrıyla önce gönüller yapar. Gönül yapılınca yıkılan evlerin, köprülerin son noktada ise siyasi birliğin kurulması hiç de zor olmayacaktır. Nitekim öyle olur. Anadolu, Selçuklu’nun küllerinden Anka misali osmanlı olarak yeniden doğar.
İşte Yunus Emre mucizesini bu iki kavramla ilgili tutumunda aramalıyız. Din ve dil… Halk, dinini ve ona ilişkin kavramları Yunus aracılığıyla kendi dilinin özellikleri ve anlam dünyası içinde öğrenme imkânı bulur. Bu, üstelik didaktik bir tarzda da gerçekleşmez. Yunus’un şiiri son derece lirizmi yüksek bir şiirdir. Bu duygu zenginliği İslami kavramların sevgi ve samimiyet çerçevesinde kavranılmasını sağlamıştır. Böylece İslam, kavramları ve kurallarıyla sadece ilim meclislerinde ele alınan bir konu olmaktan çıkıp ruhu ve ahlakıyla halkın gönlüne girmiş, dahası “yaşanılır” bir özelliğe kavuşmuştur. Halk bu yüzden Allah sevgisini de peygamber sevgisini de en kapsamlı boyutuyla Yunus’tan öğrenmiştir. Hayata, tabiata, ölüme ve sonrasına bakışını ona göre şekillendirmiştir.
Yunus’un şiiri, coğrafya olarak da Anadolu’dur. Şiirlerinde bize, dağları, ovaları, nehirleri, şehirleri ve insanları ile saf bir Anadolu resmi tasvir eder. Üstelik bu resim, sadece fiziki de değildir. Anadolu’nun ruh coğrafyasını da çizer Yunus Emre… Anadolu’yla ve Anadolu insanıyla öylesine bütünleşir ki “Yunus, Anadolu olur; Anadolu da Yunus…” Bu yüzden Anadolu’yu ve insanını anlamak, kavramak isteyenler, ona Yunus Emre’den gitmek; bu coğrafyayı onun gözüyle görmek durumundadırlar. Ne zaman bir “karlı dağ başı” görsek orada bir Yunus vardır. Ne zaman bir çeşmeyle karşılaşsak Yunus, serin sular gibi içimize doğar. Ne zaman bir hastayı ziyaret etsek yüreğimizde onun sesi vardır. O, derviş Yunus’tur. Maddeden ve dünyadan geçip bize öteki âlemlerin sesini, nefesini getirir. Renk renk açmış çiçeklerle dolu bir bahçede Yunus ilahileri yüreğimize dolar.
Yunus Emre, nasıl Anadolu insanını iyi kavramış ve anlamışsa aynı durum halk için de öyle olmuş, onlar da Yunus’u çok iyi kavramış ve anlamıştır. Anadolu halkı, problemlerine çözümler getiren, gönlünü aydınlatan, dertlerine derman olan bu ulu şairi hiçbir zaman unutmamış, onu “mübarek” insanlar katına yükselterek hep saygı ve sevgiyle anmıştır. Bugün Anadolu’nun pek çok yerinde görülen Yunus mezarları/makamları işte bu sevginin neticesidir. Yine Yunus hakkında menkıbeler üreterek onu tarihin mezarlığında unutulmaktan korumuş, her dem anılmasını sağlamıştır.
Yunus Emre, işte bu özellikleriyle dilimizin de kültürümüzün de temel taşıdır. Anadolu bu taşın üzerine inşa edilmiş bir coğrafyadır. Bu coğrafyanın en kıymetli hazinesi ise Yunus’tur. Bu bakımdan o, aynı zamanda Anadolu’nun mührüdür, tapusudur. Bu coğrafya için aidiyetimiz, milliyetimiz ve dinimiz anlamında öyle bir mühür vurmuştur ki, Anadolu bizim yurdumuz, Yunus da “bizim Yunusumuz” olmuştur. Evet, halk, ona bu adı vererek, aslında bu bahiste söylenecek sözü o yalın, samimi ve zengin anlamlı bu hitapla çoktan söylemiştir. Dolayısıyla Anadolu, Yunus; Yunus, Anadolu’dur. Anadolu beden, Yunus da onun ruhudur. Yunus Anadolu’da, Anadolu da Yunus’ta birbirlerini bulmuşlar; beden ve ruh gibi kavuşup kaynaşmışlardır. Et tırnaktan ayrılmadığı gibi beden de ruhtan ayrılmaz. Birlikte varlıklarını sürdürürler. Nitekim yedi yüzyıldır bu coğrafyada etkisini hiç yitirmeden bir Yunus rüzgârı esmişse ve esmeye devam ediyorsa bunun sebebini, işte bu birliktelikte aramalıyız.
Bu sevgi ve ilginin somut tezahürleri bu durumu çok açık bir şekilde gösterir. Halkımız, çocuklarına Yunus’un adını vermiş, hakkında menkıbeler oluşturmuştur. Dahası ona bulundukları yerlerde mezarlar/makamlar yapmıştır. Böylece Yunus Emre’yi tarihin soğuk mahzeninden çıkarıp menkıbelerin sıcak kucağında bugünlere taşımış, inşa ettiği mezar ve makamlarla da kendi toprağında her an görmek, onunla kendi arasında bir aidiyet kurmak istemiştir. Aynı şekilde Yunus’un ilahileri, asırlar boyunca terennüm edilmiş, bütün dinî ve insani değerler, hassasiyetler, onlarla gönüllere nakşedilmiştir.
Yunus Emre ile Anadolu arasındaki bu bütünleşmeyi, başka bir ifadeyle Yunus denilince Anadolu’yu, Anadolu denilince Yunus Emre’yi hatırlıyor oluşumuzun sebebi/sebepleri daha kolay anlaşılacaktır. Bunun için öncelikle Yunus’un yaşadığı dönemdeki Anadolu’nun şartlarına bakmak gerekir.
O çağın Anadolu’su, Haçlı ve Moğol zulmünün bir yangın yerine çevirdiği bir coğrafyadır. Devlet yıkılmış, birlik dağılmıştır. Ölüm, hastalık, kıtlık, yokluk had safhadadır. Felaketin asıl trajedisi ise gönüllerde ve zihinlerde meydana gelmiş, inançlar ve değerler yara almıştır. Böylesi şartların olduğu zamanlarda bir milletin ayağa kalkması sadece siyasi, askerî faaliyetlerle olmaz. Asıl olan yıkılan gönülleri diriltmek, sevginin, barışın, kardeşliğin küllenen ateşini yeniden harlandırmaktır. Bunu ise ancak söz ve gönül ustaları yapabilir. İşte böyle bir dönemde Anadolu’da geceyi gündüze, kışı bahara, yıkılışı dirilişe çeviren üç büyük gönül insanı zuhur eder. Bunlar, İbni Arabî, Mevlana ve Yunus’tur.
Bunların üçü de söz ve gönül mimarıdır. Aynı hakikati temsil, tebliğ ve telkin ederler. Dolayısıyla bu anlamda aralarında bir fark görülemez. Ama bir farklılıktan söz edilecekse –ki edilmelidir bu farklılık, gelinen coğrafyalarda, kullanılan dilde ve üslupta aranmalıdır. İbni Arabi, Anadolu’ya Batı’dan Endülüs’ten gelir. Muhteşem Endülüs medeniyet bahçesinin nadide bir ilim ve irfan çiçeği olarak artık Anadolu’da açacak, Anadolu’da bir ruh rönesansını sağlayacak kitaplarını burada yazacaktır. Fakat dili Arapçadır; dolayısıyla muhatap kitlesi ilim çevresi olacaktır. Mevlana, Anadolu’ya Doğu’nun, Belh’in gönderdiği bir kutup yıldızıdır. O da Anadolu semasında istikametimizi gösteren bir ışık olacaktır. Onun dili ise Farsçadır. Bu yüzden onun muhatapları da daha çok bu dile aşina çevreler olacaktır.
Yunus’a gelince; onun doğuş yeri Anadolu, dili ise Türkçedir. Anadolu ve Yunus konusunda fark, öncelikle bu noktada ortaya çıkar. Buna göre Yunus, bu toprakların maddi ve manevi ikliminin ortaya çıkardığı bir isimdir. İbni Arabî ve Mevlana’nın farklı coğrafyalardan gelmesi ve farklı dilleri kullanmalarını bu bağlamda bir olumsuz durum olarak düşünüyor değiliz. Sonuçta, Anadolu’nun da içinde bulunduğu İslam coğrafyasında bu medeniyetin ortak dillerini temsil etmektedirler her biri… Nitekim Yunus da bu dillerden şiirlerine kelime alarak “altın bir sentez”i gerçekleştirir. Ama Anadolu’da doğmak ve Türkçe söylüyor olmak, o çağın şartları açısından elbette özel bir önem arz eder. İşte Yunus, bu özel durumun çok özel bir ismidir.
Bu özel durum şöyle açıklanabilir. Türkçe, o çağlarda henüz tam anlamıyla bir edebiyat, hele hele bir tefekkür dili hâlinde değildir. İşte Yunus Emre, işlenmemiş bir mücevher hükmündeki bu dili, çok zengin bir edebî ve tefekkür dili hâline getirmiş, Türkçe konuşan bir coğrafyada bu dilin aynı zamanda bir yazı dili olmasını sağlamıştır. Böylece dinin doğru anlaşılması sağlanmış, insanların zihinlerinde ve gönüllerinde kendilerini İslam’la yenileme bilgi ve bilinci gerçekleşmiştir. Yunus, böylece; Mustafa Tatçı’nın çok özlü bir şekilde belirttiği gibi Türkçe’yi bir “aşk ve mana dili” yapmıştır. Biz, onu bu yüzden “İslam’ın derinliği ve Türkçe’nin inceliği” olarak görür hâle gelmişizdir. Bu görüşümüzün nedeninin haklı sebeplerle ilgili olduğunu da şöyle belirtebiliriz. Yunus, din ve ilim dilinin Arapça, saray ve edebiyat dilinin Farsça olduğu bir çağda yaşadı. O, böyle bir dönemde tercihini Türkçeden yana yaptı. Halkın, o dönemde sadece Türkçeyi bildiği ve konuştuğu dikkate alınacak olunursa bunun ne kadar önemli olduğu rahatlıkla anlaşılır. Yunus, hemen bütün şiirlerinde sade Türkçeyi esas alır. Fakat bu noktada onu önemli kılan, bu dili işleyiş ve kullanış biçimidir. Türkçe, onunla sıcak, samimi, canlı ve ışıklı bir dile dönüşür.
Yunus’un dil konusundaki bu şuurlu tavrı, tefekkür noktasında da özel bir duruma tekabül eder. İslam, Yunus’un temellendirdiği tasavvuf anlayışıyla bu coğrafyada özel bir yoruma kavuşmuştur. Böylece Anadolu insanı, İslam’ın özünü, ruhunu, varlık görüşünü kendisine kendi diliyle hitap eden birinden (Yunus’tan) öğrenerek kendini yenileme bilinci kazanmıştır. Bu, sevgiyi esas alan bir anlayıştır. “Yaratılmışı yaratandan ötürü” sevme anlayışıdır. Kardeşlik sesidir. Birlik çağrısıdır. Gönül yapmak esasına dayalıdır. Zorluğa değil “işi kolay kılmaya” yöneliktir. “Dava”yı, “kavga”yı değil, “mana”yı, “barış”ı öne çıkarır. Yunus, bu tavrıyla önce gönüller yapar. Gönül yapılınca yıkılan evlerin, köprülerin son noktada ise siyasi birliğin kurulması hiç de zor olmayacaktır. Nitekim öyle olur. Anadolu, Selçuklu’nun küllerinden Anka misali osmanlı olarak yeniden doğar.
İşte Yunus Emre mucizesini bu iki kavramla ilgili tutumunda aramalıyız. Din ve dil… Halk, dinini ve ona ilişkin kavramları Yunus aracılığıyla kendi dilinin özellikleri ve anlam dünyası içinde öğrenme imkânı bulur. Bu, üstelik didaktik bir tarzda da gerçekleşmez. Yunus’un şiiri son derece lirizmi yüksek bir şiirdir. Bu duygu zenginliği İslami kavramların sevgi ve samimiyet çerçevesinde kavranılmasını sağlamıştır. Böylece İslam, kavramları ve kurallarıyla sadece ilim meclislerinde ele alınan bir konu olmaktan çıkıp ruhu ve ahlakıyla halkın gönlüne girmiş, dahası “yaşanılır” bir özelliğe kavuşmuştur. Halk bu yüzden Allah sevgisini de peygamber sevgisini de en kapsamlı boyutuyla Yunus’tan öğrenmiştir. Hayata, tabiata, ölüme ve sonrasına bakışını ona göre şekillendirmiştir.
Yunus’un şiiri, coğrafya olarak da Anadolu’dur. Şiirlerinde bize, dağları, ovaları, nehirleri, şehirleri ve insanları ile saf bir Anadolu resmi tasvir eder. Üstelik bu resim, sadece fiziki de değildir. Anadolu’nun ruh coğrafyasını da çizer Yunus Emre… Anadolu’yla ve Anadolu insanıyla öylesine bütünleşir ki “Yunus, Anadolu olur; Anadolu da Yunus…” Bu yüzden Anadolu’yu ve insanını anlamak, kavramak isteyenler, ona Yunus Emre’den gitmek; bu coğrafyayı onun gözüyle görmek durumundadırlar. Ne zaman bir “karlı dağ başı” görsek orada bir Yunus vardır. Ne zaman bir çeşmeyle karşılaşsak Yunus, serin sular gibi içimize doğar. Ne zaman bir hastayı ziyaret etsek yüreğimizde onun sesi vardır. O, derviş Yunus’tur. Maddeden ve dünyadan geçip bize öteki âlemlerin sesini, nefesini getirir. Renk renk açmış çiçeklerle dolu bir bahçede Yunus ilahileri yüreğimize dolar.
Yunus Emre, nasıl Anadolu insanını iyi kavramış ve anlamışsa aynı durum halk için de öyle olmuş, onlar da Yunus’u çok iyi kavramış ve anlamıştır. Anadolu halkı, problemlerine çözümler getiren, gönlünü aydınlatan, dertlerine derman olan bu ulu şairi hiçbir zaman unutmamış, onu “mübarek” insanlar katına yükselterek hep saygı ve sevgiyle anmıştır. Bugün Anadolu’nun pek çok yerinde görülen Yunus mezarları/makamları işte bu sevginin neticesidir. Yine Yunus hakkında menkıbeler üreterek onu tarihin mezarlığında unutulmaktan korumuş, her dem anılmasını sağlamıştır.
Yunus Emre, işte bu özellikleriyle dilimizin de kültürümüzün de temel taşıdır. Anadolu bu taşın üzerine inşa edilmiş bir coğrafyadır. Bu coğrafyanın en kıymetli hazinesi ise Yunus’tur. Bu bakımdan o, aynı zamanda Anadolu’nun mührüdür, tapusudur. Bu coğrafya için aidiyetimiz, milliyetimiz ve dinimiz anlamında öyle bir mühür vurmuştur ki, Anadolu bizim yurdumuz, Yunus da “bizim Yunusumuz” olmuştur. Evet, halk, ona bu adı vererek, aslında bu bahiste söylenecek sözü o yalın, samimi ve zengin anlamlı bu hitapla çoktan söylemiştir. Dolayısıyla Anadolu, Yunus; Yunus, Anadolu’dur. Anadolu beden, Yunus da onun ruhudur. Yunus Anadolu’da, Anadolu da Yunus’ta birbirlerini bulmuşlar; beden ve ruh gibi kavuşup kaynaşmışlardır. Et tırnaktan ayrılmadığı gibi beden de ruhtan ayrılmaz. Birlikte varlıklarını sürdürürler. Nitekim yedi yüzyıldır bu coğrafyada etkisini hiç yitirmeden bir Yunus rüzgârı esmişse ve esmeye devam ediyorsa bunun sebebini, işte bu birliktelikte aramalıyız.